Monday 7 June 2010

NEDEN

Malcolm Gladwel’in “Outliers” kitabında biz Yahudile-rin ABD’deye göçlerinden sonraki ticari hayattaki başarılarının nedenleri konusunda zamanın ve mekanın iyi denk gelmesine bağlıyor. Polonya’da ve Rusya’da toprak sahibi olamayan Yahudiler çiftçilikten ziyade mecburen el sanatlarına yöneldiler, seyyar satıcılıktan terziliğe, kasaplıktan aşçılığa, saraciye bunlara örnek teşkil edebilir.

Örneğin onların terzilik bilgileri bir anda patlayan hazır giyim konfeksiyon sanayisinin kurucusu yaptı. Öteden beri küçük esnaflık yapanlar bankerlik ve para ticaretini ellerine geçirdiler. İnanılmaz ama sinema endüstrisinin de kurucularından oldular. Bu yetkinliğimizin nereden geldiği merak konusudur.

Buna karşın Orta Amerikadan gelen “hispanik” göçmenlerinin toprak ağalarının yanında çiftçilik yaptıklarından ve aslında başka zenaat bilgilerinin olmaması onları sanayiden uzak tuttu. Tarla ameleliğinden öteye gidemediler.

Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerin iktisadi hayata katılımları aslında ABD ile pek benzeşmiyor. Kapitülasyonlarla şımartılmış birçok sanayi kolu Levantenlerin elindeydi. Devlet yönetimi zaten sadece Türklerin elinde olduğundan Yahudiler ve diğer azınlıklardan Rumlar ve Ermenilerle birlikte çok daha fakirdiler. Kültürel gelişimleri de çağın çok gerisinde seyrediyordu.Yine de el sanatlarında ve esnaflıkta kendilerini geliştirmek zorunda kaldılar.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile kapitülasyonların kalkması , devlet eliyle fabrikaların (şeker, demir çelik)

kurulması ile oluşan yeni ortamdan Levantenler süratle ayrıldılar. Kalan boşluğu doğal olarak en hızlı Yahudiler doldurmaya başladılar. Birkaç dil bilmeleri dolayısı ile dış ticarete ve esnaflıkların dolayı da gelişen endüstrinin hemen her dalında başarılı oldular.

Hatta o kadar dikkat çekmiş ve haset yaratmış ki yıkıcı Varlık Vergisi ile yok eldilmeye çalışılmış , “Amele taburları oluşturlularak tüm genç çalışan nesil 18 ay işlerinden alıkonmuştur. Buna rağmen gurur duyduğumuz Alarko, Profilo, Vakko , Burla gibi kuruluşlar ; akıllı ve çalışkan girişimcilerimiz ve hazır alt yapımız sayesinde doğmuştur.

Demokrat Parti dönemindeki devlet tarafından organize 6-7 Eylül 1955 yağmalama olayları ile beraber akıl almaz antisemitik hareketler birçok sanayicimizi çok doğal olarak ürkütmüş , kimileri işlerini satmış ,veya tasfiye etmiş, kimileri de büyümeyi askıya almıştır.

Ticaretin önemli bir merkezi durumundaki İzmir’deki durum pek farklı değildi. Benmayorlar gibi devasa ithalatçılar , Bağ Yağları gibi fabrikatörler , Zikna ,MJ Taranto, Mutluoğlu gibi dış ticaret firmaları şehrin ticaretinde çok önemli bir yer tutuyorlardı. Ne yazık ki hem göçler nedeniyle, hem de yeni nesile şirketlerin aktarılamaması nedeni ile bir çoğu faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmışlardır.

Yine de bugün gurur duyduğumuz birkaç sanayicin dışında pek etkimiz kalmadı ne yazık ki İzmir’de. Neden bu hale düştük, neden çoğalacağımıza azaldık? Neden zenginleşeceğimize yerimizde saydık?Mutlaka sadece tek bir nedeni yok .Zaten hiçbir zaman çok çocuk yapan bir topluluk değildik . Ancak Varlık Vergisi, 6-7 eylül olayları ,Amele Taburları, Aşkale’ye zorla çalıştırılmaya gönderilen dedelerimiz üzerinde çok olumsuz etkiler yarattığı bir gerçek. 1951 seçimleri ile başlayarak iş başına gelen sağcı muhafazakar partiler Yahudi aleyhtarı basına ve sokak hareketlerine duyarsız kaldılar. Dolayısıyla İsrail’e göçü teşvik etmiş olmasından doğal bir şey yoktur. Bunun da neticede iktisadi hayattaki etkinliğimizin giderek azalması kaçınılmaz bir olgu oldu.

Avram Aji

25.05.2010

Friday 14 May 2010

TRADUTTORI

Elif Şafak'in son günlerde popüler olan “AŞK” adlı roman konusunda pek çok eleştiri yazısı çıktı basın dünyasında. Dil ve tercüme konusunda bazı pürüzler olduğuna aynen katılıyorum. Bazı kelimeleri ben de yadırgadım. Bir katili de Elif Şafak konuşuyor , sarhoşu da , fahişeyi de …Tabi bu olası değil. Kitabın aslı İngilizce yazıldığı için tercümanında bu konuda bir sorumluluğu var.

"Traduttori Traditori" diye bir tabir vardır ya "çevirmenler haindir" diye... Bana onu hatırtattı..Ne yaparsanız yapın bir kitabın ana dilindeki tadı vermek pek mümkün olamayabilir.Nadiren de olsa bir kitabın tercümesi aslından daha da güzel olabilir.

Ama bu kitap , bana Mevlana'yı daha yakından tanıttığı ve sevdirdiği, Şems'i Tebrizi’yi de tanıttığı için çok memnunum. Arakasından Bab'ı Esrar'ı da okuyunca pekişti. Mesnevi'yi direkt okuyabilir miyim bilmiyorum ?Ama bu kitaba mutlaka bir göz atmak istiyorum...

Kutsal kitapları bir "çevirmen-tercüman" aracılığı ile okumak beni endişelendiriyor. Çünkü asıl amacımız neticede kitabın zahiri kelime anlamının ötesinde gerçek anlamına yaklaşmak. "Traduttori Traditori" problemi var yani...

“Aşk” romanında Elif Şafak bu konuyu çok güzel sokuşturmuş.Tabi anlayana….

Nisa Suresinin bir ayeti ve iki ayrı “meal…

Erkekler, kadınlar üzerinde hakim dururlar , çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar.Bunun için iyi kadınlar , itaatkardırlar.”

diğeri…

“Erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar, şundan ki Allah insanların bazılarını üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar.”

Yukarıdaki ayni ayet ama ikisi arasında önemli fark var. Yani “traduttori tarditori” meselesi…

Bugün Stephen Hawking'in bir otobiyografisini bitirdim. Hawking 'i size hatırlatmak için bir iki kelime söyleyeyim ; kendisi fizikçi ve gökbilimci ... Enstein'in "görelilik" kanunu ile Planck'ın "kuantum" mekaniğini birleştirmiş denklemleri ile tanınan bir bilgin..

1981'li yılında Papa II. Jean Paul (Ağca suikast girişimine maruz kalan) Hawkins'i Vatikan'da başka fizikçilerle birlikte "Büyük patlamadan sonra evrenin evrimi" konusunu tartışmak üzere davet ediyor..."Sınırsızlık" kavramı ile bir yaratıcıya gerek olmayabileceğini daha önce dile getirmiş bir bilgini Vatikan'a davet etmenin ne kadar cesurca olduğunu varın siz tahmin edin.

Toplantının ardından verilen resepsiyonda Papa koltuğunda otururken davetliler teker teker önünden geçip Papa'yı eğilerek selamlayor ; ardından da bir kaç kelime konuşup diğer tarafa geçiyorlardı.

Sıra Hawking'e gelince herkes nefesini tuttu... Hawkins tekerlekli bir sandalyeye mahkum bir engelli ... Papa'nın tam karşısına geldiğinde Papa sandalyesinden kalkıyor. Hawkins ile yüz yüze yakınlaşmak için yanına geliyor ve diz çöküyor. Aralarında beklenenden çok daha uzun süren bir konuşma geçiyor ve sonra Papa ayağa kalkıyor.. Eliyle tozlanan dizlerini silkeliyor ve sandalyesine otururken Hawkins'de tekerlekli sandalyesi ile platformun diğer ucuna geçiyor.

Bu Vatikan ki 17. yüzyılda Galileo'yu dünya güneşin etrafında dönüyor dediği için mahkum etti. Giordano Bruno'yu diri diri yakmıştı....

Yine Hawking , “ateist” olduğu bilindiği halde 1990'ların başında - bir din devleti olan İsrail parlamentosunda konuşması üzere davet edildi ve orada konferans verdi.

Bu köprünün altından çok sular akmış...Din adamları bile güncel bilimle ters düşmemek için öğrenme çabası içerisindeler.

26.09.2009

KAN SIZINTISI

İnsanlar hayatta başlarına gelenlerden ders alırlar ve ayni olay tekrarlandığında tekrar hataya düşmezler. İşte buna “tecrübe” diyoruz bir anlamda. Bir yan-dan da “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür yani insan hafızası unutmadan dolayı sakattır. Tecrübe-lerimizin bir kısmını da zaman içerisinde unutuyoruz ne yazık ki… İyi mi , kötü mü belki tartışılabilir.Hayatta ister istemez birçok acılarla karşılaşıyoruz. Annemizi babamızı kaybediyoruz… Eşimizi kaybediyoruz…Hatta daha da kötü şeyler de olmu-yor değil hayatta.

Islak yolda arabanız kaydı… Bir dahaki sefere yağmurlu havada daha dikkatli gidersiniz. Terli terli soğuk su içtiniz boğazınız ağrımaya başladı. Artık bir daha sefere suyu daha ılık talep edersiniz.

Hani derler ya “bir tecrübe bin nasihat” , o manada.

Fakat size anlatmak istediğim bu değil. Bazı olayları fark etmemiz için zaman gerekir. Ve de fark ettiğimiz zaman da iş işten geçmiştir ne yazık ki!

Yani bazı olaylar zaman içerisine uzunca bir şekilde yayılır. Her ay sadece bir saç telinizin beyazlandığını düşünün , hiç değişmediğinizi zannettiğiniz halde 20-30 senede siyah saç kalmaz kafamızda..

Düşünün çok büyük iş hacmi olan bir şirket her sene çok küçük bir zararla defterlerini kapatıyor .Oysa yapılan devasa iş hacmi ve bir çok insana iş sağlıyor olmasından bu yapılan küçük zarar göz ardı edilebilir. Ama 20-30 sene sonra bu tip şirketlerin acze düştüğünü ne yazık ki görüyoruz.

Maalesef insanların en zayıf taraflarından bir tanesi de bu çok uzun zamana yayılan olayları izleyememesi , hani ıslak yolda arabanızın kaymasından edindiğiniz çabuk tecrübeyi hiç edinememesidir.

1900 yıllarında İzmir’de muhtelif kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre 25000 kişi var. O zaman İzmir’in nüfusu 80000 kişi olduğuna göre % 30’luk bir orana sahip idik o zamanlar. Şimdi İzmir 3,5 milyon olduğuna normal şartlarda 1milyon Yahudi olmamız gerekmez miydi?

Her sene kaybettiğimiz belki birkaç aileyi hiç önemsemedik. Kendi kararları olduğunu düşündük. Ama zaman içerisinde bizleri “azınlık” statüsünden bile aşağıya düşürdü.Bu gibi sosyal istatistiklerin çok hassas bir şekilde incelenmesi gerekiyor.Eğer nüfusumuz %1 bile azalmışsa rakamın küçüklüğüne aldanmamalı , nedenlerine odaklanmalı ve gerekli tedbirleri almalıyız. Bugün düştüğümüz hazin durum bu çok uzun süren incecik “kan sızıntısının” sonucu değil mi?

Nerede yıllarca gittiğim Bene Berit İlk Okulu , nerede çocuklarımın okuduğu Talmud Tora Orta Okulu , nerede Bahri Baba’daki Yahudi Mezarlığı, nerede Karataş’taki “el kortijo” yaşayan fakirlerimiz, nerede her cuma çarşıda gezinen dilencilerimiz. Nerede tavukçumuz ?Nerede bahçıvanımız?

Avram Aji

11.05.2009

GELENEKLER SİNSİLESİ

Pesah bayramını eşimle İsrael’de geçirdik. Büyük bir aile toplantısı -piknik şeklinde- düzenlenmiş idi ona katıldık.

Yolda hep düşündüm bayram nedir diye.

Pesah’ın tabiî ki bir tarihsel ve daha derininde din-sel bir boyutu var. Kölelikten kurtuluşun günümüz versiyonunda bir “hürriyet ve demokrasi” savaşı olarak tartışılması mümkün.

Ancak ne yazık ki “bayram”lar son yıllarda artık sanki bir “tatil” formatına girdi. Aylar öncesinden gazetelerde çarşaf çarşaf yurtiçi ve yurtdışı seyahat ilanları başlıyor.Ama bana göre başka bir şey “bayram” dediğimiz.

Hele Türkiye’de iseniz. Öncelikle hangi tarihe denk geldiğini araştırmanız gerekli. Normal takvimlerde göremeye imkan yok. Haftalar öncesinden temizlik başlardı eskilerde. Kadınlar kendi aralarında “echoz de pesah” derlerdi… Pesah işleri…Şimdi yapıldığını pek sanmıyorum. Halıların kaldırılması perdelerin yıkanması hep Pesah’a denk getirilirdi.

Sonra “Seder”in hangi evde kutlanacağının kararlaştırılması lazım. Kim hangi yemekleri yapacak? Annem hep üç çeşit “fritada”nın şart olduğunu söyler. Kabak,pırasa ve domates. İsrael’deki kuzenim ayrıca bir patlıcan fritadası da yapmış. Ayrıca fongos ve minas olmazsa olmazlar-dan.

Ayrıca giyilecek kıyafetler önceden bir gözden geçirilir. Gömlekler kolalanır, ayakkabılar boyanır. Elbiseler temizleyiciye gönderilir.Herkes pırıl pırıl olmaya özen gösterirdi.

Matza’nın meşum bakkalara dağıtımı ile hemen telaş başlar. Bitmeden tedarik etmek için tabi.Bittiği seneler çocuklar da bizde aç kalmıştık..

Bu yılki Seder masasında Ashkenaz bir aile de bi-zimle beraber olduğundan “Agada” zaman zaman Türk makamları ile zaman zaman farklı makamlar-da okundu. Tepsi kafalarımızın üzerinde geçirildi.

Tabi sonunda da ziyafete geçildi.Yemek sonunda

hızla “Shulhan Oreh” yemek sonu duaları tamamlanarak şarkılara geçildi. Önce “El Kavretio” hem İspanyolca hem de İbranice söylenmesi ayrı bir renk kattı. Tabi bir de “En Sabiense Y Entendiense”.

Bayram ziyaretleri de başka bir geleneğimizdi. Aslında hergün biribirini gören kardeşler bile bayramda yine biribirlerinin evine ziyaret ederlerdi.

Bu koca bir gelenekler sinsilesi…Kaybolmaması gereken bir zenginlik değil mi?

Avram Aji

21.04.2009

DİKKAT VİZYONDAYIZ

Neden Yahudiler 2000 yıl dünyanın dört bir yanına dağılmış bir şekilde yaşayıp bir ulus devlet kuramadılar?Ayrıca o zamanki ilkel şartlarda Ortadoğu’dan ,Rusya’nın içlerine kadar ,İber yarımadasına kadar ,hatta Hindistan’a kadar at ve deve sırtında bu kadar uzak diyarlara nasıl göç ettikleri merak konusudur.

Bazı kaynaklar Avrupa’da bazı kavimlerin toplu halde Yahudi dinini seçtiği yazılıdır. 13. kabile söylenceleri , ve Kürt Yahudileri belki bunlara birer örnek teşkil ediyor.

Hemen her zaman ikinci sınıf vatandaş olarak görülen Yahudiler bu kadar aşağılanmış olmalarına , oradan oraya sürülmelerine (pogromlar), dinlerini değiştirmeleri hususunda ağır ve hayati baskı görmelerine (İspanya’daki engizisyondan kurtulmak isteyen Konversolar gibi, Osmanlı’ daki Sabatayistler gibi) mal ve mülklerinin müsaaderesine maruz kalmış olmasına, kanuni haklarından yoksun (Dreyfuss olayı) bırakılmasına ,hakkaniyetsiz olmayan ve eşit olmayan vergilerin salınmasına ( Varlık Vergisi) rağmen neden kendilerine devlet kurma yönünde yüzyıllar boyunca çözüm bulamamışlardır?

Nedense hep başkalarını “hoşgörü”süne sığınmı-şız. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerce işgal edilen Danimarka'da, Naziler, Yahudileri kolay-lıkla ayırt edebilmek için arkasında altı uçlu sarı yıldız bulunan giysiler giymeye mecbur etti. Danimarka halkı, Yahudilere karşı çıkarılan bu yasayı kabullenmedi. Aralarında kralın da bulunduğu hemen herkes, sırtı sarı yıldızlı giysilerle çıktı sokağa. Danimarka halkının bu tavrı, Yahudilerin tanınmasını da imkansız-laştırdı.

Aslında “imparatorluk” diye tabir edilen yönetim sistemi – ama hangisi olursa olsun- ister Osmanlı , ister İngiliz , ister Fransız ;daha eskilerde Roma hepsi işgal ettikleri topraklarda yaşayan halkların etnik kimliklerine ve dinlerine genelde karışma-mışardır. 19. Yüzyılda iflas eden “imparatorluk” yönetim sistemi çökerek günümüzde 190’a ulaşan ulus devletçiklere dönüşmüştür.

Bu kadar ağır şartlara katlanmayı ve başkalarının tahakkümü altında yaşamayı seçmiş olan biz Yahudilerin kültürel geleneklerinde bir takım eksiklikleri var mıydı?

Yüzyıllardır övünç kaynağı olarak gördüğümüz Maimonides gibi Spinoza gibi ismini sayamacağım birçok ünlü filozof yetiştirmiş olmamıza rağmen.Ancak 19 asır sonlarına doğru nihayet bir İsrail Devletini kurma fikri oluştu. Fikir babası ise Theodore Herzl …

İkinci dünya savaşı esnasındaki inanılmaz soykırım mutlaka bu develt oluşumunu hızlandırmıştır. Ancak bu tarihten çok önceleri bile şimdiki orta doğu bölgesine göç başlamış idi.

Neden İsrail’deki her şey dünyanın çok ilgisini çekiyor bu da bir merak konusudur.Her haber ajansında İsrail ile ilgili mutlaka bir madde vardır.

Geçen haftalarda Türkiye’de organize turlarla bazı güzel eski kiliseleri gezme imkanım oldu. Tur rehberleri İncil’lerin ve de kilisedeki birçok semboller, freskler , mozaikler , yazılar Tevrat’tan ve Yahudi’lerden geçmiş.

Örneğin genelde kilisenin en önünde ve de en üstte bir yazı gözümüzde çarpıyor. “IN RI” . Anlamı “Nasıralı İsa Yahudilerin kralı”. İncil’de adı geçen her yer ve de İsa’nın gömüldüğü yerler bugünün İsrail sınırları içerisinde kalıyor. Mistik olduğu düşünülen Kudüs’ü , Hebron’u ,Bethlehem’i ve daha birçok yeri günlük ibadetlerinde sürekli zikrediyorlar. Hatta uzak ülkelerdeki bazı insanlar bu yerleri İsrail kuruluncaya kadar Cennette zannediyor-lardı.

Ay’a ilk ayak basan ünlü astronot Neil Armstrong “Yeruşalayim’de dolaşmak Ay’ın yüzeyinde dolaşmaktan daha heycan verici” demiştir.

İsrail toprakları tüm Hıristiyan topluluklarının dikkatini çekiyor. Ve ister istemez o bölgedeki her hareket yakından izleniyor.Bağlantılı olarakta biz Yahudiler nerede olursak olalım hem İsrail ile özdeşleştiriliyoruz hem de etkileniyoruz. Sürekli “vizyondayız”….

31.03.2010

YAHUDİ OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİGİ

Kitapçıları dolaşırken “popüler kitaplar” ya da “çok satanlar” raflarında hep ayni meş’um konuları içeren kitapları mutlaka görürsünüz.. Genelde “Siyonizm”, “İsrail/ABD”, “Mosad/CIA”, “Masonluk” , “Sabetaycılar”, “Gizli Tarikatlar” hemen ilk sıraları alır.

Aslında çoğu sansasyon yaratarak çok satış yapmak için yazılmışlardır. Sanki hiç bilinmeyen, çok gizli bir sırrı açıklayacakmış gibi gözükürler. Ama çoğunun içeriği boş ve “asparagas” olmaktan öteye gitmez.

Tabi bizi burada en çok ilgilendiren Yahudilikle il-gili olan –hatta bazıları bilinçli bir karalama amacı güden ve antisemitizm içerikli- kitaplar Bu bütün dünyada böyle midir, bilemiyorum ? Ama Türki-ye’de maalesef böyle.

Geçenlerde bir gazetede “Hitler neden Yahudi düşmanı idi?” diye bir makale çıktı. Tabi internette de birçok yorumcu fikirlerini beyan ettiler. Kimi “altı milyon Yahudi’nin öldürülmesi bir safsatadır” dedi , kimi “İsrail devletinin kurulması için önceden düzenlenmiş bir senaryonun parçasıdır” dedi, kimi “Yahudiler de şimdi Filistinlilere ayni şeyi yapıyorlar” dedi. Ama arada altı milyon can gitmiş aldıran yok, nedense herkes Hitler’in savunma avukatlığına soyunmuş gibiydi.

En çok yazılan, çizilen antisemitik klişeleşmiş sözlerden birisi de “dünya finans idaresi Yahudi-lerin elindedir” söylemidir.Ve de hatta daha da ileri götürenler Türkiye’nin finans idaresini bile biz Yahudilerin elinde olduğunu söylerler.Biz neymişiz de haberimiz yok!

Dünya nüfusunun şimdilerde % 0,2’sini teşkil eden biz Yahudilerin neden tüm şimşekleri üzerimize çektiğimiz ve de “günah keçisi” haline getirildiğimiz ayrı bir merak konusudur.

Günümüz İsrail’inden önceki en son Yahudi dev-leti yaklaşık 2000 sene önce tarihe karıştı .O tarihten bu yana dünyada oluşa gelen antisemitizm ne yazık ki yok edilemedi.

İspanya engizisyonu , Rusya’daki pogromları , Almanya’daki Nazi hareketleri hemen aklımıza gelen tarihteki biz Yahudileri Hıristiyanlaştırma veya kökünden yok etme çabaları değil midir?

Geçenlerde yelken kursuna müracaat etmek için bir kulüp yöneticisi ile görüşmeye gittim. Artık nereden anladıysa “muhacirlik nereden sizin” demez mi? Tepem attı.. Muhacir değil Yahudiyiz dedim. Adam az da olsa utandı. “Yahudi” kelimesini telafuz bile edemeden kendisinin de Namazgah’ta Musevi”lerle beraber büyüdüğünü söyledikten sonra , birçok Musevi tanıdığı olduğunu ispatlamak için, tanıdığı tüm İzmir’li judyoların adlarını ve şecerelerini döktü saydı…Nerdeyse akraba çıkacaktık.

Yine bir ay kadar önce oğlum ile bir kredi sözleşmesi imzalamak üzere günümüzün büyük geçinen bankalardan birine gittik. Belki de beni 25 senedir tanıyan bir yetkili imzamızı alırken utana sıkıla “lütfen Türkçe biliyorum.. Sözleşmeyi okudum ve anladım yazar mısınız ? Maalesef bizden bunu istiyorlar… “Rezalet bu” dedim .”Bizler de sizin gibi Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanı taşıyoruz”.Ama yapacak bir şey yok.Yazıyı yazdık, imzamızı da altına attık!

Bu konuları aslında hafife mi alıyoruz? Eminim hepimizin başından hem bizi yabancılaştıran, hem de ayırımcı tutum takınıldığı, muhtelif vakalara tanık olduğumuz kesin.Bu konuda nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini bilmiyoruz.Türkiye’deki antisemitizm ile mücadele konusunda bir planımız programımız var mıdır? Varsa bile ben bundan haberdar değilim. Kimse bana, Avram sen de bu konuda şunları yapacaksın, demedi şimdiye kadar.Devletin biz, azınlıkları ayırımcılıktan kur-tarma ve kültür mirasımızı koruma gibi misyonu yok.

Son ayların çok satanlar listesindeki Sandy Tolan’nın “Limon Ağacı” kitabı, masum bir çehre takınarak Yahudileri İsrail’de bir işgalci gibi göstermiyor mu ?

Geçen sene yayınlanan Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı Sayın Bensiyon Pinto’nun otobiyografisini ibretle okudum*. Kitabın yazım şekli her ne kadar profesyonel değilse bile, her Türk Yahudisinin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Hayatı bir meydan okuma ve korkunç bir mücadele ile geçmiş.

Kitapçıların “Çok satanlar” bölümünde biz Yahudi-leri daha iyi anlatan mutlaka bir iki kitabımızın sürekli raflarda olması gerektiğini düşünüyorum. Şahane yazarlarımız var,araştırmacılarımız var, üni-versitelerin eğitim kadrolarında süper uzmanları-mız var. Sadece Türkiye’de yaşayanlardan bahset-miyorum, yurtdışında da bulunan Orta-doğu uzmanlarımız sosyologlarımız da var. Ismarlama roman, deneme , araştırma olur mu demeyin. Olur ,hem de çok çok iyi olur. Dini öğeleri çok ön plana çıkarmayan ama mevcut toplum içerisindeki “yalan yanlış” önyargıları ve safsataları bilimsel bir disiplin altında ve ama edebi yanı da güzel olmak kaydıyla ,üzerinde yaşadığımız toprağın insanlarına kendimizi anlatmamız lazım.En hızlı yapabileceğimiz yabancı yazarların bizim hakkımızda olumlu imaj yaratacak güzel kitaplarını tercüme ettirmek olmalı.

Bir Christian Jacq adlı “ejiptolog” yazarın 3-5 kitabı ile Mısır , turizmini ikiye üçe katlatmadı mı?

İsimlerini vermeme bile gerek duymadığım ama bildiğinizden emin olduğum birkaç ulusal televizyon kanalı , sanki geliri antisemitizmden kayanak-lanıyormuşçasına sabahtan akşama Yahudi aleyhtarı programlar yapıp duruyor. Daha bugün İsrail’den ithal edilen meyve sebze tohumlarının doğayı nasıl tahrip ettiği konusu “kendi seçtikleri uzman”larca anlatıldı durdu. Bir denetleme söz konusu olma-dığından, o söylenenler bazı cahil kesim tarafından doğru kabul edilecek.

Geçmişte öyle yöneticilerimiz vardı ki her musibeti antisemitizme dönüştürme konusunda inanılmaz yetenekliydiler. Bir iki sene önce Türkiye’de görü-len keneye bağlı Kırım Kongo Kanamalı hastalığı için, Kapadokya’da dağcılık yapan İsrail’li bir gu-rup kadın suçlanmıştı.Komik ama gerçek . Çamur at izi kalsın , politikası …

Örnekler çok ,onların sicili bozuk , bizim de dilimiz yanık, ama mücadele programımız yok –veya var ise de zayıf ve yetersiz.

Avram Aji

*ANLATMASAM OLMAZDI – Gözlem Kitabevi

Bensiyon Pinto, derleyen Tülay Gürler

Thursday 15 April 2010

YAHUDİ AÇILIMI

Bugünlerde en güncel konu hükümetin “Kürt Açılımı” girişimi. Tabi bizler de, azınlık statüsüne tabi insanlar olmamız dolayısıyla hepimizi çok fazla ilgilendirdiğini tahmin ediyorum.

İnsanların kendi ana dillerinde eğitim almaları ya da en azından onu öğrenme hürriyetinin olması bile aslında bir insani hak olduğunu öğrenmeye başlıyoruz. Kürtçe kitapların ve müzik kasetlerinin toplatıldığı dönemi gayet iyi hatırlıyorum. Fransızca ,ingilizce ,almanca ve sair tüm lisanlarda müzik kaseti satmak serbest iken Kürtçesi yasak idi! O zamanlar böyle olmamalı diye yazılıp çizildiyse de; ama çok fazla bir ilerleme kaydedilemedi.Ancak zaman içersinde tüm bu yasaklar delindi veya yumuşadı. Şimdilerde ise sürdürülemez oldu bile!

Genel olarak bu açılım neden bugünkü hükümet tarafından bir anda bu kadar önemsenir oldu ; bunu da iyi irdelemek lazım. Şu anda oy kaybı sürecine girmiş olan mevcut hükümetin, tekrar toparlanmak ve daha çok yeni oy” potansyeli yaratmak için bile yapıyor olabilir.Ancak bu sayede Güneydoğuda çok uzun yıllardır hüküm süren iç savaş en azından hafifleyebilir ;inşallah, belki de tamamen ortadan kalkabilir de.Ülkenin bölünmesi kaygısına gelince,yakın geç-mişte yakın çevremizde çok kötü bir Yugoslavya örneği var.Üstelik orada oluk oluk kan aktı .

Bizim” için tren kaçmış mıdır bilemiyorum. Gerçi cumhuriyet döneminde ,kanunen ne dilimiz yasaklandı, ne de İbranice öğreten okullarımız (İzmir’de artık ne yazık ki yok).Şu anda Judeo-Espanyol konuşan nüfus 35-40 yaş üstü. Tahminen 40 yıl içerisinde tamamen yok olacağını öngörmek kahinlik olmayacak.Üzülüp ağlayalım mı? Tabi ki hayır… Bizlere ait bu kültürü en uzun sürede yaşatmak boynumuzun borcu.

Amin Maalouf “Ölümcül Kimlikler” ve “Çivisi Çıkmış Dünya” adlı eserlerlerinde insan toplukla-rının dayanışma içerisinde beraber yaşamaları için en önemli etkenin “dil birliği” olduğunu yazmış. Verdiği en önemli vurucu örnekler Belçika ve İspanya.

Buna karşın ABD’de çoğunluğun gerçek Amerika kıtası kökenli olmamasına rağmen, hiç kimse bunu yadırgamıyor. Tabi ki en önemli etken toplumun her bireyine “sen bizden farklısın” mesajını verme-mesinden kaynaklanıyor.

Türkiye’de kim adımızı sorsa arkasından ne zaman-dan beri Türkiye’desiniz diye sormuyor mu? Yeni nesil ailelerden bazıları , yaşadıkları rahatsızlıkla-rından dolayı cocuklarına çoktandır Türk isimleri koyar oldu. (Arada belirteyim benim annemin amcasının lakabı “Yahudi Kemal” idi!)

Bulunduğumuz coğrafyada tarih boyunca her zaman muhtelif ırklara ait insanlar yaşıyor idi. Türkler gelip “fethetti”ler . Örneğin Bizans İmparatorluğunun başşehri olan İstanbul’da Yahudiler de dahil olma üzere Ermeniler de vardı ve Rumlar da vardı.

Askerliğim esnasında erlerin kimlikleri elimden geçerdi. Hayatımda ilk defa “SÜRYANİ” kelime-sini orada gördüm. Adamın ismi Mehmet Mustafa ama Dini : Süryani . Bunların ilk Hıristiyanlardan olduğunu sonradan araştırdım öğrendim. Acaba Türkiye’de ne kadar Süryani vardır diye merak eder dururum.Nerede yaşarlar bilinmez.

Doksanlı yıllarda Mısır’a yaptığım bir seyahat esnasında Adel Moussa diye iyi bir müşterimi ziyaret ettim. İş görüşmesini bitirdikten sonra beni ziyaret etmem için İskenderiye’de bulunan şahane bir sinagoga zorla götürdüler. Kendileri giremediler ama ben Yahudi olduğumdan gezebildim.

Akabinde beni kendi kiliselerinin “PAPA”sı ile tanıştırmaya davet ettiler. Vatikan’dan ve İstanbul’dan sonra bir “Papa” daha girdi hayatıma. Ancak o zaman Mısır nüfusunun %35’inin Hıris-tiyan olduğunu hatta ve hatta Enver Sadat’ın da Hıristiyan olduğunu o zaman öğrendim.

Hep ABD başkanının ne diye Rosh Hashana , Yom Kippur, Hanukah, Pesah bayramlarımızı -özellikle deklarasyon yoluyla- kutlar diye merak ederdim. Ama nihayet bugün anlıyorum ki başkan şunu demek istiyor. Hey millet! Bu memlekette “YAHUDİ”ler de var. Bunu bilesiniz…Bugün de onların bayramları. Bu dünyada sadece Noel ve Paskalya bayramları yok….

Bu “açılım” süresi boyunca alınacak kararlar bizim de “lehimize” olacağını düşünüyorum. Günümüzde Hahambaşılık ve Yöneticilerimiz en etkin ve güzel bir şekilde bu süreci yönetmeye çalışıyorlar.

İzmir’de kalan bir avuç Yahudi ,tarihi ve kültürel mirasımızı nasıl muhafaza edebileceğiz? İşte bize düşen vazife bu… Mevcut sinagogların ayakta kalması için restorasyon çalışmaları sürekli yapılıyor, Beth İsrael sinagogumuzda açılan şahane “müze” zamanla, bizlerin de katkılarıyla daha da zenginleşecek, İzmir Yahudilerinin tarihi ve kültür mirası ile ilgili yakın zamanda çıkan Sara Pardo hanımefendinin kitabı , yine İzmir Yahudilerinin Sefarad Yemekleri kitabı son yıllarda gösterilen özverili çabaların ürünleri.Birçok kıymetli düşünürlerimiz ve yazarlarımız da var.Onların da çok katkıları olabilir.

Neticede biz topluma “ biz buradayız ama sizlerden farklıyız” imajı mı vermeye çalışmalıyız?

Geleneklerimiz değişik , yemeklerimiz değişik , ana lisanımız değişik , dinimiz değişik diye bağırıp ça-ğırmayacağız mutlaka. Ama farklılıklarımıza rağmen hep beraber –eşitlik çerçevesi altında ve birbirimize karşılıklı saygı göstererek – mutlu bir şekilde yaşayabiliriz demeliyiz.

09.10.2009

BİZ VAR MIYIZ?

Kültürel bir çalışma yapan bir derneğin üyesiyim. Gayet seçkin insanlar da var aramızda. Hem haberleşmeyi hem de bazı üyelerin şahsi fikirlerini daha kolay iletmelerini sağlamak amacı ile bir de internette haberleşme guru-bumuz da var.

Ne zaman bizim bayramlar gelse aynen kendi bayramları gibi “Musevi üylerimizin …. bayaramını kutlarız” diye birkaç kişiden gurubumuza mutlaka mesaj gelir. Aslında bu mesajı atanların ne amaçla gönderdiklerini bilemiyorum. Kötü bir niyet taşımadığı bir gerçek.

Tabi ki bu mesajlar beni mutlu ediyor. Ancak son zamanlarda yükselen Yahudi karşıtlığını vurgulamak için ve de en azından bizim derneğin üyelerine bu konuda duyduğum rahatsızlığı aktarmak anlamında geçen Yom Kipur bayramı dolayısıyla gönderilen tebrik mesajlarının akabinde bir iki satır düşüncelerimi yazmak istedim.

Son yıllarda başıma gelen ve daha önce sizlerle de paylaştığım bir iki örnek verdim ve şöyle iki cümle ile tamamladım:

Bu güzel memleketimizde Türkler gibi Yahudiler de var , Rumlar da var , Ermeniler de var , Kürtler de var, Aleviler de var , Süryaniler de var kimliğini bilmediğim nice insanlar yaşıyor. Onları görmezden gelmek 21. yüzyıl Türkiye'sine yakışmaz. Ama kimlikleri ön plana çıkarmak daha büyük bir ayrışmalara neden olabilir.

Bir Yahudi bayramında "tebrik" mesajı gönder-mek elbette çok nazik bir davranış ama gerisinde bu toplumda sizler de varsınız ve bizdensiniz mesajını da içeriyor... Yanılıyor muyum ?

Birkaç tane karşı cevap geldi.Bir tanesi benim üzüntü-mün farkında dertlerime ortak olmak için şöyle yazdı:

“Elbette ki varsınız ama “sizler” deyince sanki sizler-bizler ayrımı oldu, biz hep beraber varız, bir bütünüz. Bunu anlamayan, anlamak da isteme-yen gözü kör cahilleri boş verin canımızı sıktığımıza değmezler. Mesajınızda sanki bir kırgınlık veya üzüntü hissettim de güç vermek için yazma ihtiyacı hissettim…”

Bir diğeri ise biraz daha sert bir uslupla :

“Maalesef söylediklerinizin çoğunda haklısınız ancak, sözünüzde birazcık haksızlık ettiğinizi düşünüyorum. Tüm üyelerin ve arkadaşlarımın her türlü dini bayramlarını samimiyetle kutlayan bir üyeniz olarak, bu konuda açıklama yapmadan edemedim. Benim içinde yaşadığım ve yaşamak istediğim toplum farklılıkları ile değil, benzerlikleriyle değerlidir”.

Bir başkası gelecek hakkında daha ümitli :

“Bayramınızı gerçekten bütün iyi niyetimle ve daha önce çok arkadaşım (ve en iyi) olduğu için kutladım,sizler zaten bu toplumun parçasısınız ve kardeşimsiniz.Kaldı ki bayramlar hepimizin ve dünyanın gelişimi pek kısa süre globalleşerek bu çekincelerinize yer vermeyecek”..

İsrail’de yüzbin’e yaklaşan türkçe konuşan Yahudi var. Bu insanlar neden Türkiye’yi terk ettiler diye yazan çizen yok. Sorulsa ,içlerinde “iyi ki gittiler” diyecek bir kesim de mevcut maalesef. Ancak ben “neden bunu daha önce düşünemedim” diyecekler de çıkacaktır.

Yıllar önce bir başbakanımız İsrail ziyareti sırasında Bat Yam’da Türkiye’lier derneğinin bir davetine katıldı. Hiç aklına gelmiş midir biz ne yaptık da bu insanlar Türkiye’yi terk ettiler diye.

Ayni şeyler tabiî ki Rum’lar ve Ermeni’ler için de geçerli. Eskiden Alsancak’ta kendi aralarında bağıra çağıra Rum’ca konuşan insanları görmek sıradan bir olaydı. Şimdilerde hemen hiç duymaz olduk. Altı tane kilisenin çanları da artık çalmıyor…

Gerçek şu ki, belki bir nazi soykırımı kadar travmatik bir olay gerçekleşmedi Cumhuriyet Türkiye’si tarihinde; ancak yakın tarihimizde “Struma gemisi” ve 6-7 Eylül hadiseleri belki de en çarpıcı ve de üzücü vakalardır. İkinci dünya savaşı sırasında “Aşkale” ye giden dedelerimize bu ülke hakkında onarılmaz bir “korku” bıraktığı kesin.

Ayrıca azınlıklar üzerine salınan adaletsiz bir “Varlık Vergisi” ciddi bir sermaye erimesine ve el değişmesine sebep olmuş bizlerde de tabiî olarak yeni bir korku refleksi geliştirmiştir.

Buna karşın yapılan hatalardan ne geri dönülmüş, ne de tazmin edilmiştir.

Bu muazzam göçe Yahudi milliyetçiliği ne kadar etken olmuştur bilemiyorum. Ama günümüz batı medeniyetini yakalamış bir ülke haline dönüşen İsrail bazen iş bulmayanlara çözüm oluşturmuş, bazı üniversite okumak isteyen gençlere imkan tanımış , ciddi hastalara deva olmuştur.

28.11.2009

LAFONTENİN KUZUSU

Lafonten’in ilkokullarda anlatılan ancak bana göre çok “acıklı” bir fablı vardır ; hatırlasınız mutlaka: “Kurt ile Kuzu”. Akan suyun aksi yönünde bulu-nan kuzucuk suyu kirletmekle itham edilir…

Günümüz dünya düzeni de maalesef ,hala haklı-dan yana değil daha çok güçlüden yana çalışıyor.

Kanunlar zenginleri korumak için konulmuştur” özdeyişini duymuşsunuzdur. Bu da ne kadar acı bir felsefedir aslında. Öte yandan bir gerçek var ki “sadece hayvanlar kanunsuz yaşarlar”.

Günümüzde sadece Avrupa İnsan Hakları Mahke-mesi, kendi sözleşmesine dayanarak devletler üstü kararlar alma becerisinde bulunabilmektedir . Bizim için “adil yargılanma hakkı” olsun, “düşünce,vicdan ve din özgürlüğü” olsun, “ayrımcılık yasağı” olsun (cinsiyet, ırk ,din yönünden) önemi çok fazladır.

Tarih boyunca biz Yahudilerin başına her ne geldi ise hep güçsüzlüğümüzden geldi. Güçlü olmak her zaman çok para sahibi olmak veya askeri güç anla-mına gelmiyor tabi.

Geçenlerde Ermeni Tasarısının ABD’de oylanması neticesinde Türkiye aleyhine bir netice çıkınca Baş-bakanımız hemen “Yahudi lobisi “Ermeni soykırım tasarısı lehine oy kullandı” dedi(böyle olmadığını iddia edenler olmasına rağmen).

ABD’deki Yahudi lobisinin Türkiye lehine oy kul-lanması gerektiğine dair bir mecburiyeti yok. Sen kalk her fırsatta Gazze’deki Filistinlilerin sefaletin-den bahset, İran’ın nükleer hakkını savun; ancak Yahudilerin orta doğudaki “yaşam hakları” hak-kında bir kelime beyanat verme, ilaveten her fırsatta her türlü melanetin “Yahudiler”den geliyormuşça-sına beyanlarda bulun, sonra da sonuçta Yahudi lo-bisini suçla .

Nerticede bu lobiciliğin son zamanlarda ne kadar önem kazandığını gözlemliyoruz. Yani bir gurup insanın beraber hareket etmesinin gücünden söz etmek istiyorum. İkinci dünya savaşı sırasında Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları zulüm –eğer ki tüm Avrupa Yahudileri beraber hareket edebilecek bir yapılanma içerisinde olsalardı- herhalde sonları bu kadar acı olmazdı.

Türkiye’de bile ikinci dünya savaşı esnasında biz azınlıklara “Varlık Vergisi” adı altında kesilen fatura , “Aşkale çalışma kampları” gibi gayri adilane tutum karşısında Ermenisi, Rumu , Yahudisi ve sair muzdarip azınlıklıkları topluca mücadele edebilir miydi? Savaş esnasında belki hayır… Ancak savaş sonrasında bu haksız kanun ve uygulaması aleyhine kaç tane mahkeme açılmıştır merak ediyorum ! 1940’lı ,50’li yıllarda yüz binleri bulan biz azınlıklar Lafonten’in kuzusu misali yapılan bu haksızlığa razı olmuşuz.

Nedense yüzyıllardır hep başkalarının “hoşgörü” süne sığınmışız. Ancak çok az ülkede gerçek bir özgür ve eşit yaşam hakkı kazandık.

II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerce işgal edilen Danimarka'da, Yahudiler -kolaylıkla ayırt edebilmeleri için- arkasında sarı Magen David yıldızı bulunan giysiler giymeye mecbur edildiler. Danimarka halkı, Yahudilere karşı çıkarılan bu haksız yasayı kabullenmedi. Aralarında kralın da bulunduğu hemen herkes, sırtında sarı Magen David yıldızlı giysilerle çıktı sokağa ve Yahudilerin tanınmasını imkansızlaştırdı. Bu asil davranışın ve dayanışmanın çok da etkili olduğu şöyle söyleyebiliriz.

Tarih tekerrürden ibaretmiş. Hal böyle olunca yeni haksız uygulamaların ortaya çıkması çok muhtemel gözüküyor. Bu yüzden hem kendi aramızda hem de diğer azınlıklar ile “dirsek teması”mızı kaybetme-memiz gerekiyor.

Azınlıklara karşı yapılan en ufak bir haksızlık bizleri çok rahatsız etmeli ve derhal savunmaya geçmeliyiz. Ve de her ne pahasına olursa olsun! Bu konuda tarihten alınacak ders budur. Bugünkü Türkiye siyaseti maalesef dini eksenden daha da aşırı uca doğru kaymış gözüküyor. Hükümet kötü yönetiminden kaynaklanan oy kaybını telafi etmek için etnik kimliklere yaranma politikası gütmektedir. Kürt açılımı olsun , Alevi açılımı olsun , Roman açılımı olsun yapılanlar hep bu bağlamdadır.

Aşırı milliyetçilik neticede bizimki gibi ulus devlet-lerin halklarını birleştirici olmaktan gittikçe uzak-laştırdığı kanaatindeyim. Sovyet Rusya’nın, Çekos-lovakya’nın “kansız” bölünmesi yakın tarihimizde iyi bir örnek teşkil etse de Yugoslavya’da dökülen bunca kanı da görmezden gelemeyiz. Bu arada ses-lerini bizlere olduğu kadar dünya da duyuramayan Afrikalıların vay haline.

Devlet her türlü etnik kimliğe eşit mesafede kalmalı ve de belki “uzak” kalmalı . Din ise tamamen dev-let işlerinden arındırılmalıdır. Belki de en iyi sistem dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde olduğu gibi bir dini cemaatlerin sadece kendi finans kaynakları ile ayakta kalmaya çalışmaları , mabetlerini ve din adamlarını kendileri finanse etmeleridir.

Bu esnada devlet –eskiden yapılan hataları telafi etmek için- etnik yönden ezilenlere de bir müddet “pozitif ayırımcılık” sağlamak zorundadır.

Ayni dine ve mezhebe sahip insanlar arasında bile uygulama esnasında derin bir fark olabiliyor. Müs-lümaların Sünni ve Şii mezhepleri gibi , devletin bunlardan sadece birini desteklemesinin ırk ayırım-cılığı yapmasından farkı kalmaz. Türkiye’de şimdi-ye kadar Alevi inanış yok sayılmış, Süryanilerin ise esamesi bile okunmamıştır. Nihayet cumhuriyeti’ in kuruluşundan 83 sene sonra “Alevi açılımı” günde-me gelmiştir.

Osmanlı’da bile devlet yönetimi , din işlerinde farklı din ve mezhepte olan insanlara eşit – belki biraz uzak – davranma eğiliminde olmuştur. En azından İzmir’de inşa edilmiş onlarca kilise ve sina-goglardan bunu çıkarabiliriz. Herhangi bir baskı olsaydı insanlar dinsel ihtiyaçları için rahatça bu kadar mabet inşa edemezdi.

Geçenlerde İngiltere’deydim ve Oxford’u biraz gezme imkanım oldu. Oradaki rehberim beni bir kısmı kafeteryaya dönüştürülen bir kiliseye götürdü. Maalesef cemaati ve dolayısıyla maddi desteği olmayan bu yapıların acı sonu böyle mi olacak?

Devlet desteği almayan dini kuruluşlar, hem güncel hayata adapte olmak üzere mücadele etmek zorunda kalacaklar, hem de günümüz insanının ruhani ve kültürel yaşamını destekleyici uygun şekle bürünecekler. Bu gelişmeyi gösteremeyenlerin sonu “kafeterya” misali olacak.

05.04.2010

Wednesday 10 February 2010

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Bu konuda Martin Seligmann’nın kitaplarını oku-yanlar, yazarın bu konuda birçok araştırmalar yap-tığını ve özel uzmanlık alanı olduğunu bilirler.

En tanınmış deneyini size hatırlatmak istiyorum.

Seligmann arkadaşları ile beraber Pavlov’un ünlü “şartlı refleks” deneylerinin bir benzerini yapıyor.Üç set denek köpekler alınıyor. Birinci guruba hiçbir şey uygulamıyor (kontrol gurubu). Diğer iki grup ayrı ayrı kafeslere konuyor.Her kafeste kırmızı bir düğme bulunuyor.Deney esnasında kafesin altından zaman zaman acı verecek kadar elektrik şoku veriyor. İkinici köpek gurubuna kafesindeki düğmeye basılınca kafesin kapısı açılan bir düzenek yerleştiriliyor (kaçma gurubu). Üçüncüsüne de yine ayni düzenek ancak kafes düğmeye basılsa da, basılmasa da hiçbir zaman açılmıyor(çaresizler gurubu).Tahmin edileceği gibi ikinci kafesteki köpekler bir şekilde düğme ile kafesin kapağı arasındaki ilişkiyi keşfediyorlar.

Bir müddet aradan sonra ,her üç gurup köpeği tekrar düğmeye basınca kapısı açılan kafese sokuyor. Hiç kafese girmemiş köpekler canhıraş düğmeyi buluyor ve basıyorlar. İkinci köpek gurubu zaten önceden öğrenmiş olduğundan kırmızı düğmeye basıyor ve kurtuluyorlar. Üçüncü köpek gurubu ise hiç düğmeyi aramıyor bile ve acıya katlanmaya devam ediyor.

İşte çok kabaca ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK de-neyi bu.Ne yazık ki bu hayatımızda ilerlememizi en çok engelleyen bir davranış ve düşünce bozukluğudur.Kafamızda bazı tecrübelerimize dayanan bir takım genellemeler yaratırız ve onları sürekli doğru olarak kabul ederiz.Bizim motivasyonumuzu yok eden , bir nevi kayıtsız şartsız teslimiyet davranışıdır.

Hele bizim gibi “azınlık” topluluklarının içerisine düştükleri bu tuzak bu hastalığın belki de had safhası oluşturuyor belki. Yıllardır kafamıza vurulan Osmanlı’nın “HOŞGÖRÜ”sünü çok hoş karşıladık şimdiye kadar . Ama şubat 2009’daki Hamas –İsrail savaşı esnasında Türkiye’de başgösteren “Antisemitizm rüzgarı hiç de beklediğimiz bir şey değildi doğrusu. Savaş sürerken televizyonda bir söyleşiye katılan İstanbul Cemaat Başkanı Sayın Ovadya “Ben hoşgörü değil eşitlik istiyorum” demesi, o anda kanımı dondurdu.Hele ertesi günü Hürriyet gazetesi bile bunu manşet yapmaz mı!

Neden bir Yahudi muvazzaf asker olamaz? En fazla “Az”Teğmen yaparlar sizi.Ya da siz hiç Yahudi hakim veya savcı duydunuz mu?Yahudi rektör veya dekan var mı? Türkler de Anadolu’ya 12. yüzyılda geldiler. Fetih” dediğiniz kelime gururla sarf edilse de aslında “işgal” değil de nedir?

Lozan Anlaşmasından dolayı elde ettiğimizi düşündüğümüz bazı hakları sanki bir “lütuf”muş gibi kabul ettik her nedense. Kendimize ait bir okulumuzun, hastanemizin , sinagoglarımızın olma-sını çok önemsedik. Ama camilerdeki imamların maaşlarını devlet öderken bizim hahamlarınkini neden biz ödüyoruz diye şimdiye kadar kendimize bile soramadık. Okuldaki “İbranice” hocasının maaşını da biz ödedik. Bir müddettir sinagogların elektrik paraları devlet tarafından karşılanıyor. Seviniyoruz…Sanki camilerdeki karşılanmıyor mu? Minarelere yerleştirilen hoparlörlerden bangır bangır ezan okunurken Alsancak’taki altı kilisenin çan kuleleri ölüm sessizliğine gömülmüşler! Benim çocukluğumda bile çalan çanlar bunlar.

Bugün TRT ŞEŞ Kürtçe yayın yapıyor. Kürtlerin anadillerini öğrenebilmeleri için kurslar işe yaramadığından okullara ders olarak konulabileceği bile tartışılıyor. Başbakan geçmişte “çok” hatalı davranılmıştır diye günah çıkarıyor.Bu bir anlamda “Rumlarla yapılan mübadele ve ermeni meselesini” üstü kapalı öz eleştiride bulunuyor.

Benim anadilim “YAHUDİCE” olmalıydı. Öyle yarım yamalak öğrendiğimle kalmamalıydım.Şakır şakır okuyup yazabilmeliydim. Hem de eski kitaplardaki “Rashi” alfabesi ile yazılanları bile okuyabilmeliydim. Buna imkan vermedikleri için anadilim “Türkçe” oldu. “Vatandaş türkçe konuş” zorlaması diri diri aklımda hala. İbranice’yi hele hiç öğrenemedim. Ne Hakimiyeti Milliye İlk Okulu’nda, ne Saint Joseph Orta Okulu’nda,Ne Atatürk Lisesi’nda İbranice dersi ve hocası vardı. Bugün ABD’de birçok televizyon tüm yayınlarını İspanyolca altyazılı olarak veriyor.

Öğrenilmiş çaresizlik” insanlara yaşadıklarının normal olduğunu ezberletiyor.Bu topraklarda yaşayan bizlerin “azınlık” muamelesini kabullen-memiz gibi.

Seligmann bundan kurtulmak için hayata “iyimserlik” penceresinden bakmamızı öneriyor. Öncelikle düşüncelerimizin doğru olup olmadığını irdelememizi istiyor. Buradan yanlış algılarımızı açığa çıkarma olasılığımız var.Tüm önyargılarımızı zaman zaman tekrar gözden geçirip “hala” doğru olup olmadıklarını irdelememizi istiyor.

Sonrasında düşünce paradigmalarımızı değiştir-memizi ; iyi olasılıkların başımıza gelmesinin daha mümkün olacağına odaklanmamız gerektiğini….

Avram Aji

29.03.2009

FARKINDALIK

FARKINDALIK

Yıl 1976 ….Yedek subaylık eğitimi için Tuzla Piyade Okulu çıkmış bahtıma.Neyse ki bu temel eğitim dönemini kazasız belasız atlattım, çok şükür. Soğuk nedir? Açlık nedir? Bir hafta banyo yapamamak nedir ? Başkasının kirli çarşaflı yatağında yatmak nedir? O zaman anladım anacığımın kıymetini… Meğer “farkında” değil-mişim baba ocağının aslında cennetin bir parçası olduğunun.

Temel eğitimlerin sonunda kuralar çekildi. “Komando” olmasın da , ne olursa olsun diye dua ediyordum içimden.Bana zor gelmişti askerlik. Elimi kura torbasından çıkartıp katlanmış kağıtta “HATAY” yazısını okuyunca sevinçten göklere uçacaktım bir anda. Tabi o zamana kadar İzmir’in Hatay’ından başka Hatay’larının da olabileceğinin farkında değilmişim demek. Arkadaşlarım kura yerimin aslında “Antakya” olduğunu söylediklerinde başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Demek ki benim kaderimde de askerliğimi Antak-ya’da yapmak varmış! Benim kurama en az benim kadar üzülen ise aslen Antakya’lı başka bir askerlik arkadaşım oldu. Orada “AZRA KEBUDİ”yi bul mutlaka dedi. Kimdi bu Azra Kebudi ? Korktum ve hatta yadırgadım bu adı ilk anda…

O zamanlar Antakya’yı bir görseniz ,köyden farksız.Yollar toprak. Herkesin Arapça konuştuğu bir il. Ama il demek için bin bir şahit ister.Harbiye denilen yerde küçücük bir parkları var.Yazın herkes orada .Ellerinde “habbünaane”.Bildiğimiz nohutun tazesi.Maydanoz gibi demet demet satılıyor.

Benim gibi Antakya’ya düşmüş yedek subay arkadaşların hepsi şahane insanlardı.Bir tanesi hele -Tahsin Öncü Asteğmen- Vakko’nun desinatörü idi. Kızının adını bile “Desen” koymuştu. Her hafta sonu çarşıya çıkar kendine garip garip kumaşlar alır sonra onlardan askeri terziye son moda ceketler ,pantolonlar diktirirdi. Hayatı kumaş, renk, desen ,moda, elbise ,kravat , gömlek idi. Beyaz un çuvallarından yaptırdığı ceketi hepimiz o kadar beğenmiştik ki ; ricamız üzerine bizlere de birer tane diktirtti. Nerede giysek hemen gözler bize dönerdi. O zamana kadar bir takım elbise ancak Kalomiti’lerden alınan Altın Yıldız kumaş ile terzi Tovil veya Hazan’ın elinden çıkmazsa kesinlikle güzel olamayacağını zannediyordum. Ama adi çuvalların sökülerek bir acemi askeri terzinin elinde ama Vakko’nun desinatörünün çizgileri ile sıra dışı ve olağanüstü bir takım elbiseye dönüşebileceğinin “farkına” vardık.Ve de çok sevdik.

Çok sıcakkanlıydı desinatör Tahsin. Küçücük çarşıda herkes ile dost olmuştu. Günlerden bir gün, gelecek Pazar günü bir Yahudi sünnetine davetli oldu-ğumuzu söyledi. Antakya’da Yahudilerin yaşadığını ancak o zaman öğrendim. Bu Tahsin inanılmaz sıcak kanlı idi.

Neyse ,pazar günü şık şık giyinerek bize tarif edilen “kehilaya”** gittik. Antakya’nın o küçücük kehilasında bir kalabalık,gözlerinize inanamazdınız !… Kadınlı, erkekli , çoluk çocuk tıklım tıklımdı. Sordum 150 yahudi yaşıyormuş şehirde. Herhalde sünnete “herkes” gelmiş diye düşündüm.Ve de “herkes”in birbiriyle dayanışmasına hayran kaldım. Bizim burada sokaktan geçerken “Judyo” olduğunu bildiğimiz ,ve de en azından göz aşinalığımızın olduğu insanlar biri birlerine selam bile vermediklerini düşününce hele….

Bebeğin babası Avram Cem ile hemen tanıştırdılar.“Moel”imiz bir gün önce İstanbul’dan gelmişti.Doğrusu bana olağanüstü ilgi gösterdiler.İzmir’li Yahudi Asteğmen-yani bendeniz- ,her yerde baş köşedeydim. Neden Antakya’ya geldi-ğimde onları arayıp bulmamışım diye ne kadar çok sitem ettiler inanamazsınız. Gelmeden önce Antakya’da Yahudi var mıdır diye araştırmadım diye kendimden çok utandım. O kasvetli Antakya’da karşılaştığım o sıcak ilgiden dolayı Yahudi olmanın farklılığının “farkındalığına” vardım.

Sünnetin akabinde evlerden getirilen tepsi tepsi ye-mekleri dağıtmak için tüm kadınlar seferber oldular.

Bana en garip gelen İspanyol’ca bilmemeleri ve de kendi aralarında Arapça konuşmaları idi. Bu nasıl işti ?Ana dili Arapça olan Yahudiler!

Benim yaşlarda bir delikanlı beni Şabat akşamı için evlerine yemeğe çağırdı. Elime çiçek ve tatlı alıp tarif edilen eve gittim. Kocaman bir apartman dairesinde oturuyorlardı. Belli ki çok zenginlerdi. Bana gösterdikleri ilgi ise inanılmaz sıcak oldu. Önce elde şarap bardağı eşliğinde okunan sıcacık “Kiduş”’tan sonra yemeğe geçildi. Ortaya bir koca sini* fideos (tel şehriye) ve etrafına bir çok meze gibi etli ,sebzeli yemekler dizdiler. Her defasında bir kepçe fideos yanına bir kaşık sebzeli yemek servis ediliyordu .

Kimdi dersiniz bu zengin ailenin reisi?… Azra Kebudi…Asker arkadaşımın mutlaka bul dediği adam….Ya sünnet çocuğunun babası Avram Cem? İşporta çarşısında basit bir kumaşçı .Ama zengini, fakiri ,işportacısı, toptancısı bir sünnet düğününde bir yumruk gibi bir arada olabiliyordu.Bu mutlu günde hep beraber dua ettiler ; yediler içtiler , ,şarkılar söylediler. Kadınlar da hep bir ağızdan sık sık “lülülülü” çığlıkları attılar.

Hatırladıkça tüylerim hala diken diken olur.

Avram Aji

27.03.2009

*Sini :Üzerinde yemek de yyenilebilen yuvarlak bakır veya pirinçten büyük tepsi

**Kehila : sinagog