Thursday 15 April 2010

LAFONTENİN KUZUSU

Lafonten’in ilkokullarda anlatılan ancak bana göre çok “acıklı” bir fablı vardır ; hatırlasınız mutlaka: “Kurt ile Kuzu”. Akan suyun aksi yönünde bulu-nan kuzucuk suyu kirletmekle itham edilir…

Günümüz dünya düzeni de maalesef ,hala haklı-dan yana değil daha çok güçlüden yana çalışıyor.

Kanunlar zenginleri korumak için konulmuştur” özdeyişini duymuşsunuzdur. Bu da ne kadar acı bir felsefedir aslında. Öte yandan bir gerçek var ki “sadece hayvanlar kanunsuz yaşarlar”.

Günümüzde sadece Avrupa İnsan Hakları Mahke-mesi, kendi sözleşmesine dayanarak devletler üstü kararlar alma becerisinde bulunabilmektedir . Bizim için “adil yargılanma hakkı” olsun, “düşünce,vicdan ve din özgürlüğü” olsun, “ayrımcılık yasağı” olsun (cinsiyet, ırk ,din yönünden) önemi çok fazladır.

Tarih boyunca biz Yahudilerin başına her ne geldi ise hep güçsüzlüğümüzden geldi. Güçlü olmak her zaman çok para sahibi olmak veya askeri güç anla-mına gelmiyor tabi.

Geçenlerde Ermeni Tasarısının ABD’de oylanması neticesinde Türkiye aleyhine bir netice çıkınca Baş-bakanımız hemen “Yahudi lobisi “Ermeni soykırım tasarısı lehine oy kullandı” dedi(böyle olmadığını iddia edenler olmasına rağmen).

ABD’deki Yahudi lobisinin Türkiye lehine oy kul-lanması gerektiğine dair bir mecburiyeti yok. Sen kalk her fırsatta Gazze’deki Filistinlilerin sefaletin-den bahset, İran’ın nükleer hakkını savun; ancak Yahudilerin orta doğudaki “yaşam hakları” hak-kında bir kelime beyanat verme, ilaveten her fırsatta her türlü melanetin “Yahudiler”den geliyormuşça-sına beyanlarda bulun, sonra da sonuçta Yahudi lo-bisini suçla .

Nerticede bu lobiciliğin son zamanlarda ne kadar önem kazandığını gözlemliyoruz. Yani bir gurup insanın beraber hareket etmesinin gücünden söz etmek istiyorum. İkinci dünya savaşı sırasında Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları zulüm –eğer ki tüm Avrupa Yahudileri beraber hareket edebilecek bir yapılanma içerisinde olsalardı- herhalde sonları bu kadar acı olmazdı.

Türkiye’de bile ikinci dünya savaşı esnasında biz azınlıklara “Varlık Vergisi” adı altında kesilen fatura , “Aşkale çalışma kampları” gibi gayri adilane tutum karşısında Ermenisi, Rumu , Yahudisi ve sair muzdarip azınlıklıkları topluca mücadele edebilir miydi? Savaş esnasında belki hayır… Ancak savaş sonrasında bu haksız kanun ve uygulaması aleyhine kaç tane mahkeme açılmıştır merak ediyorum ! 1940’lı ,50’li yıllarda yüz binleri bulan biz azınlıklar Lafonten’in kuzusu misali yapılan bu haksızlığa razı olmuşuz.

Nedense yüzyıllardır hep başkalarının “hoşgörü” süne sığınmışız. Ancak çok az ülkede gerçek bir özgür ve eşit yaşam hakkı kazandık.

II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerce işgal edilen Danimarka'da, Yahudiler -kolaylıkla ayırt edebilmeleri için- arkasında sarı Magen David yıldızı bulunan giysiler giymeye mecbur edildiler. Danimarka halkı, Yahudilere karşı çıkarılan bu haksız yasayı kabullenmedi. Aralarında kralın da bulunduğu hemen herkes, sırtında sarı Magen David yıldızlı giysilerle çıktı sokağa ve Yahudilerin tanınmasını imkansızlaştırdı. Bu asil davranışın ve dayanışmanın çok da etkili olduğu şöyle söyleyebiliriz.

Tarih tekerrürden ibaretmiş. Hal böyle olunca yeni haksız uygulamaların ortaya çıkması çok muhtemel gözüküyor. Bu yüzden hem kendi aramızda hem de diğer azınlıklar ile “dirsek teması”mızı kaybetme-memiz gerekiyor.

Azınlıklara karşı yapılan en ufak bir haksızlık bizleri çok rahatsız etmeli ve derhal savunmaya geçmeliyiz. Ve de her ne pahasına olursa olsun! Bu konuda tarihten alınacak ders budur. Bugünkü Türkiye siyaseti maalesef dini eksenden daha da aşırı uca doğru kaymış gözüküyor. Hükümet kötü yönetiminden kaynaklanan oy kaybını telafi etmek için etnik kimliklere yaranma politikası gütmektedir. Kürt açılımı olsun , Alevi açılımı olsun , Roman açılımı olsun yapılanlar hep bu bağlamdadır.

Aşırı milliyetçilik neticede bizimki gibi ulus devlet-lerin halklarını birleştirici olmaktan gittikçe uzak-laştırdığı kanaatindeyim. Sovyet Rusya’nın, Çekos-lovakya’nın “kansız” bölünmesi yakın tarihimizde iyi bir örnek teşkil etse de Yugoslavya’da dökülen bunca kanı da görmezden gelemeyiz. Bu arada ses-lerini bizlere olduğu kadar dünya da duyuramayan Afrikalıların vay haline.

Devlet her türlü etnik kimliğe eşit mesafede kalmalı ve de belki “uzak” kalmalı . Din ise tamamen dev-let işlerinden arındırılmalıdır. Belki de en iyi sistem dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde olduğu gibi bir dini cemaatlerin sadece kendi finans kaynakları ile ayakta kalmaya çalışmaları , mabetlerini ve din adamlarını kendileri finanse etmeleridir.

Bu esnada devlet –eskiden yapılan hataları telafi etmek için- etnik yönden ezilenlere de bir müddet “pozitif ayırımcılık” sağlamak zorundadır.

Ayni dine ve mezhebe sahip insanlar arasında bile uygulama esnasında derin bir fark olabiliyor. Müs-lümaların Sünni ve Şii mezhepleri gibi , devletin bunlardan sadece birini desteklemesinin ırk ayırım-cılığı yapmasından farkı kalmaz. Türkiye’de şimdi-ye kadar Alevi inanış yok sayılmış, Süryanilerin ise esamesi bile okunmamıştır. Nihayet cumhuriyeti’ in kuruluşundan 83 sene sonra “Alevi açılımı” günde-me gelmiştir.

Osmanlı’da bile devlet yönetimi , din işlerinde farklı din ve mezhepte olan insanlara eşit – belki biraz uzak – davranma eğiliminde olmuştur. En azından İzmir’de inşa edilmiş onlarca kilise ve sina-goglardan bunu çıkarabiliriz. Herhangi bir baskı olsaydı insanlar dinsel ihtiyaçları için rahatça bu kadar mabet inşa edemezdi.

Geçenlerde İngiltere’deydim ve Oxford’u biraz gezme imkanım oldu. Oradaki rehberim beni bir kısmı kafeteryaya dönüştürülen bir kiliseye götürdü. Maalesef cemaati ve dolayısıyla maddi desteği olmayan bu yapıların acı sonu böyle mi olacak?

Devlet desteği almayan dini kuruluşlar, hem güncel hayata adapte olmak üzere mücadele etmek zorunda kalacaklar, hem de günümüz insanının ruhani ve kültürel yaşamını destekleyici uygun şekle bürünecekler. Bu gelişmeyi gösteremeyenlerin sonu “kafeterya” misali olacak.

05.04.2010

No comments: