Thursday 4 September 2008

ÖLÜM

ÖLÜM

 

Felsefe ve tasavvufta zaman zaman zikredilen “ölüm anı” genç ve orta yaşlı insanlar  tarafından ne kadar içselleştirildiğini hep merak etmişimdir. İnsana “ölümünüzü düşününüz” demekle insan mutlaka ölümlü olduğunu tekrar hatırlayacaktır  ama bunun kendisine nasıl yararı olacağını bilememekte olduğunu düşünmekteyim.

Nasıl öleceğimiz ve ne zaman öleceğimiz çok belirli değil. Bugünlerde ülkemizdeki insanların  ömür beklentisi 75 yıl civarında . Tabi bunlar resmi istatistiklere dayandırılmakta .


Bir trafik kazasına kurban gitmek ya da amansız bir  hastalıktan uzun seneler yatağa bağlanıp kalmamız hep bir olasılık.Ama genelde kimse durup dururken ve de hiçbir şeyi olmadan ölmesi de mümkün değil maalesef.Bu olasılıklar aslında ne kadar korkutucu. İnsanlar bunları  düşünmek bile istemez. Ani bir kalp krizi ile yaşamı sonlanmış biri için bazen “temiz ölüm” diye bahsedilir.


Ölümün iyisi olabilir mi?


Filozofun adını hatırlamıyorum ama şöyle diyor:


Ölümden korkmaya hiç lüzum yoktur çünkü hiçbir şekilde karşılaşma şansımız yok. Eğer yaşıyorsak ölüm yoktur veya ölmüş isek zaten bunu bilmemize imkan yoktur.


Ölümü düşündürmenin amaçlarından bir tanesi hayatta dengenin sağlanması içindir. Ne ,nasıl olsa yarın öbür gün öleceğiz diye hiç çalışmamak veya har vurup harman savurmak, ahlak kurallarını hiçe saymak ;ne de, nasıl olsa çok uzun seneler yaşayacağız diye fazlası ile hasis olmak ,  diğer insanlara yardımda bulunmamak gerek.


Eşyalarımıza veya mal mülkümüze gereğinden fazla değer veririz. Bu davranışlarımız  biraz belki onları elde etmek için bir ömür tükettiğimiz, bir çok sıkıntılara girdiğimizden dolayıdır. Ancak ölen insanların şahsi eşyaları çoğu kez eski rubacılara , kapıcılara veya hizmetçilere dağıtılır gider. Gözümüz gibi sakladığımız  mezuniyet  törenimizde hediye edilen bir dolmakalem  , veya Afrika safarisinde satın aldığınız bir çakmak, mahalle maçında kazanılan bir kupa mirasçılarımıza ne yazık ki bir şey ifade etmekten çok uzaktır.


Demek ki biz eşyalarımıza maddi değerlerinin dışında da bir takım değerler yüklüyoruz. Bu değerler aslında  o eşyalarla beraber taşıdığımız hatıralarımız. Hem de genelde iyi ve mutlu anlarımızın hatırları. Güzel hatırlarımızı tekrar düşünmemiz bize mutluluk verir.Onun için bu objeleri saklamakta bence hiç bir mahsuru yoktur. Tabiidir ki evelerimiz hayatımız boyunca biriktirdiğimiz ıvır zıvır ile doludur. Onları koyacak yer bulmakta zorlansak ta bize yaşadığımızı hatırlatmasından dolayı önemlidirler. Zaman zaman –yalnız kaldığımızda- özenle çekmeceden çıkararak onları elimize almalı ve düşünceye dalmalıyız.


Bazıları bizlere güç verir. Diplomamız bize okulda nice zor sınavlar verdiğimizi hatırlatırken ayni zamanda hayatımızdaki başka sınavları da başarabileceğimiz güvenini tazeler. O zaman yapmış isem yine yapabilirim duygusunu  yaşatır.

Çok ağır hastalıklarla boğuşan insanları görünce insan ister istemez üzülüyor. Öldüklerinde ise “kurtuldu” demiyor muyuz ? Demek ki yaşamak sadece sıhhatli ve mutlu iken değerli.


Kimse ölmek istemez… Dinler insanların bu ölüm korkusunu azaltmak için ölümden sonra daha güzel bir ortamı vaat eder. Ama ne var ki gidip gören yok.Yaşlı insanların bazıları birdenbire dindar oluveriyorlar. Yerine getirdikleri dini vecibeler  onlara değişebilen miktarlarda huzur veriyor. Daha üstün bir gücün kanatları altına sığınmak onları rahatlatıyor.

 

Gazetelerde gördüğümüz veya televizyonda duyduğumuz ölüm haberleri genelde bize çok uzak gözükür. Ancak “ateş düştüğü yeri yakar” atasözümüz 

aslında  ne kadar yakınımızda olduğunu hatırlatmak içindir.

Herkes uzun yaşamak isterde uzun yaşamak iyi mi güzel mi diye düşünmez. İnsan çevresindeki dostunu , akrabasını , kardeşini , karısını kaybetti mi yaşamanın değeri ne kadar kalır ki ?

Avram Aji

11.05.2008

KALP ÇARPINTISI

KALP ÇARPINTISI

Ağustos sonuna doğru yazlık yöreler bir sakinleşir ve hatta biraz hüzünlenir. Ama ne de olsa okullar ve dershaneler açılmak üzeredir. Çocuğu olan herkes az çok bir hazırlık yapmak ister.

Bizler sadece hafta sonlarını yazlıkta geçirenlerdeniz.Cuma akşamı geç vakit varıp Pazar akşamı geç vakit terk edenlerden..

Ama sezonun bitmek üzere olduğunu yazlığınıza yaklaşmaya başladığınızda hemen anlarsınız. Sokaklarda park eden araç sayısında belirgin bir azalma söz konusu. Sokaklarda oynayan çocuklar kalmamış. Bahçelerden yansıyan ışıklar azalmış ve solmuş. Sessizlik daha bir belirgin… Hatta biraz ürpertici…

Geçen cuma akşamı on sularında yazlık evimize vardık. Karanlıkta bahçeden geçerek zar zor kapının anahtar deliklerini el yordamı ile buldum ve nihayet evi açtım. Bir iki ışık açınca etrafı görür olduk.Arabadan bir iki parça eşya almak üzere dışarı çıktığımda yan bahçeden kuvvetli hışırtılar duydum.Ürperdim ;hatta korktum.

Karanlıkta bir şey göremediğimden ne olabilir diye düşününce “KÖPEK”ler tabiî ki dedim. Gürültümüzden uyandılar diye düşünüdüm ki….

İlerde çalıların arasından -herhalde onbeşlerinde- bir delikanlı ile bir kız hızla arkalarını dönüp ; üzerindeki elbiseleri düzelte düzelte benden uzaklaştılar.

Göz göze gelmemek için arkalarına bile bakmadılar.Herhalde        -inşallah tanıdık biri değildir- diye dua ediyorlardı içlerinden.

Anladım ki demek ki köpek değilmiş o kadar hışırtının sebebi !!!!!

Ne yalan söyleyeyim o çifti rahatsız ettiğim için o kadar üzüldüm ki .

O iki sevgili yanımızdaki boş bir evin bahçesindeki çimlere uzanıp , pırlantalar gibi parlayan yıldızların ve dolunayın altında ,sarmaş dolaş iken bizim gelmemiz ne kötü tesadüf ….

Bundan daha güzel ,daha romantik bir an olabilir mi hayatta.

Sevgilinin elini ilk tutuş.

O dudakların hafifçe birbirine değdiği an… Ellerin  bilinmeyeni keşfederken ki ürkekliği.

Kulağa fısıldanan cilveli sözler….

Ve de yerinden çıkacakmış gibi gümbür gümbür çarpan kalbimiz…

Şimdi sırası mıydı gelmenin?

Avram Aji

01.09.2008