Friday, 18 October 2013

NE KADAR DEMOKRASİ

Son Mavi Marmara gemisi ile çıkan vaveyla , Türkiye’nin  ne kadar demokratik olduğu sorusunu sordurttu. İsrail konsolosluğu önünde, içeride-kileri linç etmek için sürekli taciz ederek bekleyen güruh tüyler ürpertici idi. Kendi ülkemizde yabancı temsilciliklerin can ve mal güvenliğini bile sağla-makta zorlanıyoruz. Bunlar başka ülkede de olmuyor mu diye sorabilir siniz? Ama gelişmiş Avrupa ülkelerinde böyle bir taciz olayı yok. Ayrıca her iki tarafı da savunanlar ayrı ayrı fikirlerini beyan edebiliyorlar.

Hatta daha da ötesi, İsrail’de, Mavi Marmara saldırısını kınamak için, ellerinde Türk bayrakları ile yürüyüş yapan insanlar vardı. Türkiye’de de ellerinde Filistin bayrakları ile çokça gösteri ve yürüyüşler yapıldı. Bu  mitingleri kimlerin düzenlediği hakkın-da az çok bir fikrimiz var. Hatta ve hatta dışarıdaki bir ülkeden provoke edildiğini  tahmin edebiliyoruz.

Miting ve gösteri yürüyüşleri demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru… Bir fikriniz var ve beyan etmek için yürüyorsunuz…Ancak karşı fikirli birinin bu ortamdaki  hakkı nedir diye sorgulayan mı var ?

Mavi Marmara saldırısında İsrail’in Türkiye’nin tacizine boyun eğmeyeceğini tahmin ediliyordu.  Hamas’ı bir terör gurubu olarak tanımlayan bir ülke onu desteklemeye gelenleri herhalde bando mızıka eşliğinde karşılamayacaktı! Yine de elim ancak ucuz atlatılmış bir olay diyorum.

Ben, IHH yöneticilerinin beğenmediğim bu davranışlarını kınama amacı ile elime İsrail bayrağı alıp Ankara’daki Filistin Büyükelçilik önünde bağırıp çağırma şansına sahip miyim ? Türkiyenin muhtelif yerlerinde işyeri ve evlere Filistin bayrağı asıldı. Gazze savaşında İstanbul’da Israil Konsolosluğu-nun bulunduğu sokağa dev gibi bir Filistin bayrağı asılmış idi. Kim Filistin Büyükelçiliğinin bulundu-ğu sokağına ya da evinin balkonuna bir İsrail bayrağı asma cüretini gösterebilir.

Neticede Türkiye’de vatandaşların hepsi  tüm fikirlerini beyan etme imkânına sahip değil sonucuna ulaşıyoruz. İsrail ve antisemitizm belki uç bir örnek olabilir ama buradan hareketle Türkiye içerisinde hükümet politikası dışında bir fikri olanların ne kadar baskı altında olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Örneğin Alevilerin ve Kürtlerin kendi fikirlerini beyan etme konusunda hala baskı altında olduklarını söylemek istiyorum.

Roma’da her Hanuka bayramında şehrin göbeğine büyük bir hanukiya konuluyor ve her akşam törenle yakılıyor.Kendinizi düşünebiliyor musunuz Konak saat kulesinin yanında veya Cumhuriyet Meydanın-da bir hanukiya’yi yakarken !

Geçen ay esir İsrail askeri Gilad Shalid’in kurtarıl-ması için İtalya da eşzamanlı birçok şehirde yürü-yüş yapıldı. Böyle bir şeyi Türkiye’de düşünmek için bile henüz çok erken.

Ancak iyi şeyler de olmuyor mu, bardağın dolu tarafında ne var diye de düşünebiliriz. Son aylarda radyo  ve televizyonlarda Ermeni ,Alevi ve Kürt sorunları ile ilgili kıran kırana seyreden açık otu-rumlar en azından bu konuda da bir şeyler düşünülmesi gerektiğinin anlaşıldığının bir göstergesi.

Bazen de ticari menfaatler sağlanması için yapılan şeylerde var. Haziranda bir turist kafilesini Selçuk’taki  Meryem Ana Kilisesinin bulunduğu dağa çıkardım. Yolun üzerine kocaman bir bronz Meryem Ana heykeli dikilmiş. Alaçatıdaki kiliseden bozma cami tekrar kilise ve de cami olarak kullanılmak üzere restore ediliyor. Sıvaların altından Hz. İsa ve Meryem Ana freskleri ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Bu kadar sağcı bir hükümetin zamanında bunların olması inanılmaz.Ama çok çok küçük düzenlemeler bunlar.

Son günlerde ard arda gelen PKK saldırıları  ile yükselen tansiyon bir Kürt-Türk iç savaşının ilk sinyallerini veriyor gibi ne yazık ki. İnşallah yanılıyorumdur…

Avram Aji
30.07.2010


CULTURA

Nedir “kültür” dediğimiz? Aile kültürü , toplum kültürü, ulus kültürü, din kültürü…

Uzun yıllar içerisinde bireylerin  ve toplumların çeşitli olaylar karşısında geliştirdiği refleksler, duygular , hareketler , davranış biçimleri, gelenekler ve  görenekler , kısacası özgün bir  yaşam ve düşünce biçimine kültür diyoruz.

Dünya üzerinde tek bir Yahudi kültürü yok tabiî ki. Diaspora’da yaşayan bizlerin ister istemez beraber yaşadığımız diğer kültürlerle etkileşimimiz geçmişte söz konusu olmuştur gelecekte de olacaktır. Bu kaçınılmaz.

Eskiden duyardım bir “İstanbul Efendisi” tanımı var idi. Çok az da olsa birkaç tane insanla tanışma imkanım olduğu için şanslıyım. Giyiminden , konuşmasına, kelime haznesine , insanlar karşı davranışlarıyla  hemen fark ediyorsunuz. Askerdeyken önümde bir İstanbullu bir delikanlı vardı. Şahane bir çocuktu. Her banyoya gidişimizde elinde bir küçük fırça . Dayanamadım sordum. Tırnak fırçası ile hayatımda orada tanıştım.

Yahudi kültürümüz nelerden oluşuyor diye  biraz kafa yorsak ne kadar zengin olduğunu hemen ortaya koyabiliriz.

Bar Mitzva , Bat mitzva törenlerimiz, tevila ve kezada da dahil olmak üzere etkileyici düğün ritüelimiz. Pesah ve Rosh Hashana başta olmak üzere bütün ailemizi topladığımız bayramlarımız . Ladino veya Judeo espanyol diye adlandırdığımız lisanımız. Avrupa’da keza Yidiş lisanı. Bunlara bağlı edebiyatımız. Özdeyişlerimiz , atasözlerimiz, Salamon, Mişon ve Rebeka fıkralarımız, “Arvoles” gibi “Adio Kerida” gibi şahane folklorik şarkılarımız.. Özgün Yahudi mutfağımız, tomat reynadolarımız, fritadalarımız, alburniyamız ,roskamız, boyozlarımız , bimueloslarımız , sodramız … Saymakla bitemeyecek kadar çok büyük bir kültür mirası bu omuzlarımızda taşıdığımız.

Ancak biz Yahudileri daimi düşman olarak gören, her aksiliğin altında  bizleri suçlayan, akla mantığa sığmayan komplo teorileri üretenlerin sayısı yeryüzünde ne kadar fazla olduğunu hayretle izliyoruz. Daha da acısı ırk düşmanlığına  dinsel öğeler de katan köktendincilerin durumudur pek tabi. Bunların hepsi bizleri ziyadesi ile üzüyor.

Her ırk , her toplum gibi bizim de içerimizde yanlış yapanlar yok muydu ? Tabi ki vardı … Ama bir Hitler çıktı diye Almanların tümünden; Japonlara atom bombasını kullanan Amerikalıların tümünden nefret etmemiz mümkün değil.

Yüzyıllar boyunca diasporadaki Yahudiler süregelen Yahudi nefret ve düşmanlığını yok etmek ve zengin kültürümüzü bütün güzelliği ile korumak için mücadele verildi. Bu kısmen başarıldı  kısmen de başarısız kaldı.

Dennis Parger’in Yahudi düşmanlığının köklerini araştırdığı güzel bir kitabı var. Yüzyıllar boyu dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan nefret duygusunu enine boyuna incelemiş. Kitabın sonunda beş ayrı yol izleyebileceğimizi düşünmüş.

Birincisi topluca asimilasyon. Tabi bu koca bir kültürün yok olması anlamına geliyor. Gerçi Naziler toplama kamplarına atalarında Yahudi kökeni olanları bile gönderdiler.

İkincisi Siyonizm. Tüm dünya Yahudilerinin İsrail’e göç etmesi. Fiziksel olarak mevcut İsrail toprakları dünya Yahudi nüfusunun hepsini barındırmaya yetmeyeceği aşikar.

Üçüncüsü yabancıları aramıza kabul etmek. Dünyanın birçok yerinde karışık evliliklerden doğan insanlar var bunlardan isteyenleri Yahudi olarak kabul etmek. Eski komünist ülke Yugoslavya’nın şimdiki parçalanmış ülkeleri olan Sırbistan’da Makedonya’da bu uygulama mevcut. Böylece dünya Yahudi nüfusunun daha hızlı  artması ve daha güçlü olmamız mümkün. Ayrıca üstün ırk olduğumuzu düşünüp bizden nefret edenleri yıldırmış olabiliriz.

Dördüncüsü Yahudi düşmanlığı ile tüm gücümüzle savaşmak. Bu fiziksel mücadeleyi içerecektir siyasi mücadeleyi de…

Beşincisi dünyaya  güzelim Yahudi ahlak sistemini,insana  ve insanlığa ne kadar  değer verdiğini   tüm dünyaya anlatmak .Bu belki bizim en büyük eksikliklerimizden biri. Demokrasilere hep örnek gösterilen  Antik Yunan’dan binyıl  öncesinden biz Yahudilerin  – öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere şahadet etmeyeceksin gibi  çok temel ahlak sistemimiz nedense çok ön plana çıkarılmaz.

Dennis Prager’in dikkate almadığı ancak Hasidik Yahudilerin geleneksel olarak çok çocuk sahibi olarak Yahudi nüfusunu arttırma çabaları de bir çözüm müdür bilemiyorum.

Genelde Yahudi düşmanlığı ve nefreti biz Yahudilerin problemi gibi düşünülür. Bizlerin Ermeni ve Çingene topluluklarının problemini çok üzerimize almadığımız gibi.  Ancak bu bir ahlak ve moral anlayışının eksikliğinden başka  bir şey değildir.

Sadece Türkleri örnek almak istesek bugün Almanya’da yaşayan nerdeyse üçüncü nesil işçilerimiz var. Artık onların Türkiye’ye dönme gibi bir niyetleri yok.  Bir çoğunun ana dili bile Almanca olmuş. Eski Osmanlı topraklarında kalmış olan  Türklerin de durumu pek parlak değil. Seksenli yılların ortalarında Bulgaristan’dan kaçan 300.000 Türk göçmeni unutmamız mümkün mü?

Kıbrıs Türkleri siyasi olarak çözüme ulaştırılamamış başlı başına kangrene dönüşmüş bir problem . Türkiye’nin belki de AB’ye girememesi önündeki en büyük engel.

Halen Suriye’de ,Bulgaristan ve  Yunanistan başta olmak üzere Balkan’larda yaşayan Türkler o ülkelerde azınlık haklarına sahip olmak ve etnik kimliklerini korumak için mücadele veriyorlar. Ayrıca Osmanlı mirası sanat eserlerinin de bekçisi durumundalar.

Avram Aji

30.07.2010

HARA KİRİ

HARA KİRİ
  
Yeni demokrasi paketimiz açıldı, hayırlı ve uğurlu olsun. Ha bugün açıklanacak, ha yarın açıklanacak, içeriğinde şu olacak , bu olacak , yok İmralı ile mutabakata varıldı, yok Kandil’e çıkıldı derken Başbakanımız kendi ağzıyla bu paket için Dağ fare doğurdu diyecekler dedi ve “netekim”(!) öyle oldu.

Paket açıklandıktan sonra hayatımızda ne değişti? Şimdilik hiçbir şey tabi ki,  ama ilerisi için bir umut besleyebilir miyiz ?Gelelim benim açımdan ne olduğuna?

Birincisi hükümet mevcut anayasanın ve kanunların yeteri kadar demokratik olmadığını tescil etti. En azından herkese eşit mesafede duran bir demokrasinin olmadığının altı çizildi. İkincisi nefret suçu ve ayırımcılık ile ilgili mevcut kanunlardaki cezaların “hafif” olduğunu kabul etti… Sünni Müslümanlığın dışındaki inanışların da ciddiye alınması gerektiğini anladıklarını belirtti.

Bazı maddeler ise mevcut uygulamanın yasal zemine oturtulmasından başka bir şey değil. Partilerde eşbaşkanlık , farklı dillerde propaganda bunlara örnek teşkil ediyor.

Bu paketle yapılan çalışmalar zannetmeyin ki -oy kaybına uğrayacak olsak bile-  bizleri daha demokratik ve adil bir yönetime kavuşma iç güdüsü ile yapılmıştır… Tam tersine yaklaşan seçimlerde hangi muhalefet partisinden ne kadar oy kapabiliriz hesabı yapılarak hazırlanmıştır. Kabul etmeliyiz ki hiçbir parti ve hükumet kendi tabanına zıt düşecek , veya seçimlerde en ufak bir oy kaybettirecek bir hara-kiri  kanun” çalışması yapmaz.

Acı  gerçek ise mevcut iktidara oy vermeyen yüzde ellinin durumudur. Son yirmi yılda –adı konmamış bir iç savaşta ölen 30bin vatandaşımızdır-… Ve tabi ki yok olma tehlikesindeki azınlığın azınlığı bizleriz ! Paketin ana hedefi , kendisine oy vermeyenleri isyan ettirmeden- ağızlarına bal çalarak- yatıştırma çabasıdır.

Gezi Parkı olayları , protestoların ne kadar hızlı ve yaygın olabileceğini ispat etmiştir. Küçücük bir çanak anten ile izlenebilen ücretsiz yüzlerce televizyon kanalları ve internet ortamındaki sosyal paylaşım siteleri eskisine nazaran çok daha hızlı bir haber akışı yaratmaktadır.  Irak, Libya, Tunus, Mısır , Suriye ve Yemen baskıcı rejim karşısında sonunda infilak etmiştir.

Bu paket bizim  azınlık taleplerimizi ne kadar karşılayacak, ona bakmamız lazım… Maalesef “Nefret suçu” medyada hemen her gün işleniyor… Daha Türkiye nefret suçunun ne olduğunu anlamış bile değil. Her ne kadar pakette , işlenen suçlar,  kişinin ırkı , dili , dini ile ilgili olursa cezaları ağırlaştırılacak deniliyorsa da henüz uygulamalardan çok uzağız… Ayrıca biliyoruz ki politize olmuş adalet sitemimizin hala çok güvenilir olmadığı ülkemizde , yeni uygulamaların hayata geçmesi hiç de kolay olmayacak..

Yüzlerce yıllık eski alışkanlıklar var. Daha kötüsü bizim de ezilmişlik ve de bunu kabullenmişlik hastalığımız var. Anadilde eğitim serbestisi geliyor ama bizim için çok geç. Sen yıllarca “Vatandaş Türkçe konuş” diye baskı kur. 60-70 sene sonra , istersen kendi anadilini de kullanabilirsin de… Hadi git işine demezler mi!

Doksanlı yıllarda ilk -8 yıllık ilköğretim yasası çıktığında-  güzelim ilk okulumuzu kapatmak zorunda kalmıştık. Kimse hayırdır , nedir probleminiz ,sizin için ne yapabiliriz, yüzyıllık okulu neden kapatıyorsunuz diye sormadı.

Türkiye’de ilk nüfus sayımı 1927 yapılmış. Bir ara internetten araştırmıştım , İzmir ve civar yerleşim yerlerinde 18bin Yahudi olduğumuzu tespit etmiştim.

1927’de bu yana Türkiye’nin nüfusu 5 misli arttı. Bizlerin nüfusu  100bine ulaşması gerekirken kritik noktanın altına düşme tehdidi ile hızlı bir şekilde azalıyoruz… Yaş ortalamamız  yüksek. Kayıplarımız ,doğumlardan kat kat yukarıda. Gerçi başbakanımız  her aileden en az üç çocuk istiyorum diyor ama bizim Yahudi çiftler pek kulak asmıyor… Başbakanımızın da bizleri kast etmediği kesin ! Gençlerden kiminle konuşsam “sen bir çocuğun kaça mal olduğunu biliyor musun” cevabını alıyorum.  Okumak için şehir dışına veya yurtdışına gidenlerden bazıları dönmüyorlar. İş bulamayanlar veya işi bozulanlar terk-i diyar ediyorlar.

İsrail’de 100bin kişi Türkçe konuşuyor. Ama neden göç ettiniz diye soran yok.


Geç gelen adalet adalet değildir…

Wednesday, 14 August 2013

MEMLEKET NERESİ

Antisemitizm ile ilk karşılaşmam üniversitede olmuştu.

Ne Saint-Joseph orta okulunda ne de Atatürk Lisesinde Yahudi olmamadan dolayı bir sıkıntı veya ayrıcalık yaşamadım.

Üniversitede yüz yirmi kişilik sınıfta , beraber dolaşan dört beş kişilik bir garip “aşırı milliyetçi” mi desem, “MHP sempatizanı” mı desem , delikanlılar vardı.

Aslında koskoca sınıfta selamlaştığım , arkadaşlık kurduğum insan sayısı onu geçmezdi. Sınıfta iki Yahudi idik. Bu aşırı milliyetçiler ise her ikimize de taciz edici bakışlar atar , yürürken üstümüze üstümüze gelirlerdi. Hır çıkartmak için bahane yaratma çabası içerisindeydiler. Ama üniversitede geçirdiğim dört yıl boyunca neyse ki bir hadise çıkmadı! Ne yalan söyleyeyim ben de bu insanların bulunduğu ortamlardan mümkün olduğu kadar uzak durdum. “Korkak Yahudi”nin anlamı bu ise ben öyleyim.

Bilirsiniz asker ocağına ilk gittiğinizde herkesin ilk sorusu : “Kardaş memleket neresi?”dir… Baba ocağından kopup geldiğiniz ve yüzlerce yepyeni insanla beraber yaşamaya başladığınız bir yerdir burası. Ben Tuzla Piyade Okuluna vardığımda şansıma 4. Bölük düştü. Boy sıralamasında benim önüme bir Tuncelili arkama ise  bir İstanbullu düştü.

Dört ay boyunca yatakhanede, koğuşta, dershanelerde ,yemekhanede ,eğitimlerde sürekli Tuncelili önümde İstanbullu arkamda idi.

Tuncelili ile tamamen ayrı dünyaların insanı idik. Tam bir kabalık ve görgüsüzlük abidesi idi. Ama arkamdaki İstanbullu ise tam bir beyefendi idi. Hayatımda ilk defa bir “tırnak fıçası”nı onda gördüm. Bir ay boyunca doğru dürüst yıkanamadığımız bir ortamda o her sabah hiç üşenmez tırnaklarının içleri temiz olsun diye lavaboda fırçalardı. Şahane bir çocuktu.

Yüz yirmi kişilik bölüğümüzde hemen her tipten insan vardı aslında. Televizyondan tanıdık Tansu Polatkan, hemen herkesin ilgi odağı gelir gelmez. Komutanımız aksi adamın biri idi. Ama takım komutanları asteğmenler  sığındığımız limanlardı. Sorunlarımıza ellerinden geldiğince çözüm üretiyorlardı.

Antisemitizm ile ikinci karşılaşmam da askerde oldu. Bölükte yine iki İzmirli Yahudi idik ve yine bir aşırı milliyetçi diyebileceğim üç-beş kendini bilmez vardı. Taciz edici bakışlar, taciz edici laf atmalar , denk geldiğinde üstüne üstüne gelmeler…Neydi bu adamların derdi , bugün bile anlamış değilim. Herhalde kavga çıkartıp bizi dövme hayalini kuruyorlardı . Bu insanlara da bulaşmamak için elimden geleni yaptım.

Hafta sonları , taburdaki dört İzmirli Yahudi her zaman beraber olduk . Otellerde beraber kaldık, beraber gezdik tozduk. Güzel arkadaşlıklar kurduğum insanlardan ziyade İzmirli ve de Yahudi olanlarla beraber olmak hepimizin tercihi oldu.

Asteğmen olduktan sonra Antakya’ya tayin oldum. Bir yılı aşkın kaldığım eğitim taburunda, yine antisemit bir kıdemli astsubay –mecbur olduğu halde- bana selam vermezdi. Üzerine gitmedim. Cahil ve çaresiz adamın biri idi aslında. Neyse ki başka bir hadise çıkmadan da askerliğimi tamamladım.

Hayatımda bir türlü kafamda çözemediğim konulardan birisi antisemitizmdir. Neden, dünyanın bazı yerlerinde, sadece Yahudi ırkına karşı bir nefret duyulur anlamak mümkün değil. Dünya üzerinde yaşayan herhalde yüzlerce –belki de binlerce- ırk var.  Neden bir anti-Yunan ,bir anti-Fransız veya bir anti-Alman olgusu oluşmamış da,  bir anti-Yahudi olgusu gelişmiş , -zor bir soru-. Tabi ki bu olgu çerçevesinde “günah keçisi” de olmuşuz zaman zaman. Yazılı tarih içerisinde uzun süreli ,etkin ve güçlü bir devletimiz olmamış. Buna karşı kültürel açıdan her zaman ön saflarda yer aldık.

Orta çağ İspanya’sında zamanın en yüksek medeniyetine katkıda bulunmuşuz. Sayısız bilim adamı ve teolog yetişmiş içimizden.

Son yüzyıl içerisindeki Yahudi asıllı Nobel ödüllü  bilim adamlarının sayısını, nüfusumuza oranlarsak sonuçlar şaşırtıcı biçimde çok yüksek çıkıyor. Bazı endüstri , ticaret ve bankacılık sektörlerinde hala birçok soydaşımız çok güzel işler beceriyorlar. Ama başkaları da beceriyor. Bizler kıskanılıyoruz desek, diğerleri neden kıskanılmıyor sorusu gelecek.

Her halükarda insanların yoğun bir “aidiyet” ihtiyacı vardır. İnsanlar, yaşamları boyunca ilişki ve dayanışma içerisinde bulunmak isteyecekleri , kendi düşünce yapısına  uygun insan gruplarıyla beraber hareket etmek arzusunu duyuyorlar.  Dinimiz , ırkımız , okulumuz, tuttuğumuz futbol takımımız ,yaşadığımız mahallemiz  , hemşehriliğimiz,  tuttuğumuz siyasi partimiz hep bizi bir guruba bağlıyor…

Askerdeki “kardaş memleket neresi” sorusu aslında bunun için soruluyor.

Avram Aji
14.08.2014




Monday, 17 June 2013

SİVİL İTAATSİZLİK

Sosyolojide “SİVİL İTAATSİZLİK” denilen bir olgu vardır. Toplum içerisindeki bir takım insanlar,, mevcut yasalardan bazılarına olan rahatsızlıklarını dile getirebilmek amacıyla,  topluca pasifist bir şekilde direnişe geçerler. Münferit bir olay olmadığından, polis direniş yapan kitleyi tamamen tutuklayıp , yargı önüne çıkarmayacağından dolayı , ikilemde kalır. Hareketin özünde yasalara uyulmaz. Barışçı, pasif bir protesto eylemidir.

Gezi Parkı direnişi böyle bir eylemdir. O parkta bir miting yapılacağı önceden planlanmamıştı, izinler alınmamıştı. Ancak toplanan kalabalığın ve hatta çadır kurarak yerleşen insanların hepsine karşı hukuki bir işlem yapma imkanı olmadığından kolluk kuvvetleri ve hatta mülki amir,  yetkilerini kullanma hususunda tereddütte kalmıştır.

Başbakanımız, her zamanki sert üslubuyla yangına körükle gitmiş ,meseleyi üç baş ağaç boyutuna indirgeyerek , -biz İstanbul'a milyonlarca ağaç diktik ,Gezi Parkı nedir ki?- söylemi ile gençlerin derdini anlamaktan çok çok  uzak kalmıştır.

Türkiye, bir anda  -istemeden de olsa- Orta doğu coğrafyasında yeşeren “Arap baharı” benzetme-lerine muhatap olmuş ; yurt dışında , Türkiye’de bir sivil isyan mı başladı kaygısı yaratmıştır. Türki-ye’nin imajını derinden bozan bu hareketi serin kanlılıkla ele alıp, hızlıca alınacak yatıştırıcı kararlar ile çözmek var iken,  daha fazla polis , daha fazla su , daha fazla biber gazı bombası ile orantısız güç kullanarak bastırılmaya çalışılmıştır. Devletin, elindeki silahları kendi yurttaşlarına doğru çevir-mesinden daha kötü bir şey var mıdır !

Fazla uzağımızda değil. Yakın geçmişte Libya , Irak, Yemen, Mısır ve Suriye’nin içine düştüğü durum ortada iken, bu ülkelerin başına gelenlerden ders çıkartmak mümkün iken , başbakanın sergilediği davranış biçimi olayları işin içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.
Hatırlarsınız ,68 kuşağı olarak tarihe geçen direnişçiler , hele ki 1980 darbesini  de yedikten sonra tamamen pasifize olmuştu. O kuşağın “torunları” ,ancak 30 mayıs 2013 günü tekrar gücünü deneyimledi. Apolitik olarak yetişen yeni gençlik – ki buna çocuklarım da dahil – içgüdüsel olarak kendilerini siyasal politiğin içerisinde buldular.

Olay kesinlikle Gezi Parkı’ndan sökülecek 3-5 ağaç olmadığı gün gibi aşikar. Ancak son zamanlarda – radikal söylem ve icraatla hareket eden hükumete karşı -mahalle baskısı görme endişesi taşıyan laik -liberal gençlik , pasif direnişe geçti. “Sivil itaatsizliği” deneyimlemeye koyuldular. Ölenler , yaralananlar , araçları ve iş yerleri tahrip olanlar , bu dire-nişin kötü bir yansımasını oldu.

Maalesef bu gençler sadece gitar çalıp , şarkı söyleyip , halay çekselerdi seslerini bu kadar yüksek bir perdeden duyurabilirler miydi? Kesinlikle hayır. Bu olayın faturasını ödemiş olanlara geçmiş olsun demekten başka yapacak bir şey yok.

%50 ile iktidara gelmek çok güzel bir şey. Ama oy almadığı %50’lik kesime sırtını dönmek , yaşam tarzına müdahale etmek  , görmezlikten gelmek , aşağılamak bir demokrasi ayıbıdır. Ben çoğunluğu temsil ediyorum diye azınlıkta olanlara baskı uygulamayı en en iyi bizler anlarız…Yıllar yılı hakkımızı aramakta ne kadar zorluk çektiğimizi , uğradığımız haksızlıklara karşı koyamadığımızdan dolayı çektiğimiz ıstırabı, sıkıntıları ve uğradığımız zararlar tarih arşivlerinin tozlu raflarında hala..

Aranıyorlar,  dolanıyorlar  bir günah keçisi bulamıyorlar. Yatıyorlar,  kalkıyorlar illegal örgütlerden bahsediyorlar. Bir de yeni icat ettikleri faiz lobisinden… Bunların kimler olduğu ,Gezi Parkı olayları ile nasıl menfaat ilişkileri olduğunu daha kimse anlamış değil .
Bu olaylardan en büyük kazanımımız, gençlerimizin nihayet tekrar politikaya dahil olması ve de gücünün farkına varmış olmasıdır.  

Avram Aji

15.06.2013

Tuesday, 9 April 2013

ÖZÜR


Nişanyan’a göre Arapça   ‘udr kökenliymiş. Anlamını da “bağışlama” olarak vermiş. Fiilin çekimi ‘adara bağışladı, mazur gördü anlamında. Mazeret de ayni kökenli Arpaça  ma’dira ise affetme , bağışlama olarak geçmiş ki bizdeki anlamı kaymış Mazur -Arapça “ma’dür” - bağışlanan , affedilen olarak kullanılıyor. Nişanayan’ın ‘d si bizim olağan telaffuzdan farklı, hışırtılı s-z ye kayan bir ses .

Türk Dil Kurumu’nun (TDK) son baskı sözlüğünde,  Arapça kökünü ‘uzr olarak belirtmiş. Anlam olarak -bir kusurun elde olmadan yapıldığını ileri sürmek-  olarak açıklamış. “Özür dilemek” ise özrünü ileri sürerek bağışlanmasını istemek.
  
Mavi Marmara olayından sonra nihayet çok
beklenen ve arzulanan özür nihayet geldi de rahat bir nefes aldık. Kendilerini aşağılanmış hissedenlerin nihayet başları göğe erdi. Yandaş medya zafer nidaları attı.

İsrail ne demiş oldu ? Bu kusur elde olmadan yapıldı,  bağışlanmasını istiyoruz ! Başbakanımız da kabul ettiğine göre problemin ilk kısmı çözüldü. Yine de bazıları , doğal refleks  göstererek, özürün arka planındaki “komplo”yu da deşifre etmeye çalıştı. 

Yıllarca , sadece “sorry” diyerek olayı geçiştirmek isteyen İsrail yönetimine her defasında red cevabi veren Türkiye sonunda çok arzuladığı “apologize”ı kaptı. Ayrıca mağdurlar tazmin de edilecek.

Hükümet bu özrü bize nasıl yansıtmaya çalıştı? “Bizler mazlum Filistin halkının haklı davasında istediklerimizi elde ederek zafer kazandık”. Abluka altındaki Gazze’deki ablukayı kaldırttık. Şimdilerde insani yardımların ulaşması konusunda anlaşmaya varıldı. Halbuki aradan geçen  üç yıl içerisinde bu problem Mısır’daki Refah kapısının kısmen aralanması ile kısmen çözülmüş idi.

Aslında devamlı söylenen – özür dilense de , dilenmese de- değişen bir şey olmayacağı idi. Türkiye- İsrail ilişkileri hiçbir zaman “one minute” hadisesinden önceki haline dönmeyecek. Aslında mevcut halde ne ticaret aksıyor ne yatırımlar durduruluyor. Turizm sektörü ise mutlaka biraz muzdariptir ama, başka coğrafyadaki turistler boşluğu gayet iyi dolduruyorlar…

Askeri işbirliği askıda. Herhalde uzun bir süre de düzelmez. Geçmişteki bu işbirliği, Türkiye’nin Arap ve bilhassa Müslüman coğrafyasına karşı itibarını zedeliyordu. Onlara göre  sürekli Yahudi ve İsrail düşmanlığı yapılması lazım. İlave olarak ta siyonizmin lanetlenmesi gerek ! Başbakanımız da geçenlerde siyonizm ile faşizmi ayni kategoriye soktu , tepki aldı.

Belki maslahatgüzar seviyesine indirilmiş olan temsil seviyesi tekrar büyükelçilik seviyesine “sessiz sedasız” yükselir.

Türkiye bu zaferin geri planında -istemese de-  Gazze’den İsrail’e atılan roketlerin durdurulması konusunda taahhüt altına girmiş oldu. Bugünlerde tekrar duyulan roket haberleri ve arkasından İsrail askeri güçlerinin karşı taarruzları karşısında “ağabey” Türkiye hükümetinin pozisyonunu da çıkmaza sokacak.
  
Günümüz “Kürt problemi” azınlık olmadıkları için görmemezliğe gelinemedi. Yirmi senede kırk bine yakın vatan evladı öldükten sonra çözülmesi gerektiğine karar verildi. Kürtçe kitapların ve kasetlerin toplatılıp yakıldığı günler nihayet geride kadı. Kürtlerin ve Kürtçenin farkı bir ırk ve lisan olduğu “nihayet” kabul edildi. Hala anadilde eğitim için direnenler, daha ileri özgürlükler için atılacak her adımın , Türkiye’nin parçalanmasına yol açacağı endişesini taşıyorlar.Tüm yapılanlar demokratik haklar “tevdi ediliyor” havasına sokuluyor . Ama geçmişte yapılan hatalara bir “özür” gelmiyor.

Ya azaldıkça azalan azınlıklardan Ermeniler , Rumlar ve Yahudiler ? Onlar ne tehciri ,ne mübadeleyi, ne 1934 Trakya olaylarını , ne Struma gemisini , ne Varlık vergisini , ne Amele Taburlarını , ne 6-7 Eylül olaylarını unutmayacak , unutamayacak elbet. Mağdurların bir kısmı artık hayatta olmayabilirler , ama hayatları perişan olmuş çocuklarının belleklerinden bu olaylar silinmiş değil. Bakalım “özür” ne zaman gelecek …

Avram Aji

Sunday, 17 March 2013

YAHUDI MAHALLESI

YAHUDİ MAHALLESİ

Bir ay kadar önce arkeolog Şükrü Tül hoca rehberliğinde Basmane ve Namazgah’ı içeren bir kültür turuna katıldım. Hoca her zamanki engin bilgisi bizleri mest etti.
 
İzmir’de antik Roma devri kalıntıları ile son birkaç yüzyıl arasında sanki bir boşluk varmış gibi gelir bana.  Buna kaşı Basmane’den Kadifekale’ye kadar uzanan alanda ise sanki tarih geçen yüzyılda durmuş gibidir. Her biri en az yüzyıllık , fakat bir çoğu çok daha  öncesinde yapıldığı tahmin edilen evler , camiler, mescitler , kiliseler , çan kuleleri , mezarlıklar ,mum yakılan türbeler el değmemiş bir şekilde duruyor.

Ne yazık ki Alsancak’ta ,Pasaport’ta , Asansör ve Kara-taş semtlerindeki hemen tüm eski evler ve güzelim binalar yıkılmış yerlerine koca koca çirkin apartmanlar dikilmiştir.

Turun bir bölümünde ,Bikur Hullim Sinagogunu gezdik. Şükrü Hoca uzun uzun , bu civardaki en az dörtyüz yıllık olduğu tahmin edilen Yahudi Sinagoglarının ve etrafın-daki Yahudi yerleşim yerlerinin ayrıntılarını anlattı. Tura katılan Türkler , biz Yahudilerin iki bin yıldan beri bu topraklarda yaşadığımızı yetkili bir ağızdan duydular. Hoşgörülen bir sığınmacı olmadığımızın farkına vardılar.

Çocuklarımın mezun olduğu “Musevi Yetim İlkokulu”nun önünden geçerken şimdilerde sadece “otopark” olarak kullanılması yüreğimi burktu. Bir yandan da -ne kadar kalabalıkmışız ki -, yetimlerimizi koruyup kollamak üzere bir okulumuz bile varmış buralarda diye düşündüm.

Agora’nın etrafından dolaşarak , tepeye doğru ,yukarıya Kapılar’a doğru tırmanırken Şükrü Hoca , Sabetay Zvi’nin oturduğu tahmin edilen – şimdilerde müze yapmak üzere restorasyonuna başlanan- binanın önünde, Sabetay Zvi’nın hayatı hakkında bilgiler vermeye baş-ladı. Hayatının bir döneminde kendini “mesih” ilan etti-ğini ve çok büyük bir insan kitlesini etkilediğini söyler-ken, o esnada etrafta bulunan – tahminen o civarda yaşayan- 3-5 serseri kılıklı genç , bizlere doğru yaklaştılar ve yüksek sesle –bu evin derhal yıkılması gerektiğini söyleyerek– hem bizlere hem de hocamıza sözlü tacizde bulundular. Üzerimize alınmayarak yürümeye devam ettik. Ne bizlerden biri , ne de rehberimiz Şükrü Hoca bu insanlara cevap vermedi.
 
Ne kötü tesadüftür ki turumuzun sonlarına doğru bu serseri genç takımı ile Basmane Garı’nın yakınlarında tekrar karşılaştık. Bizlere yönelerek “o meşum”  evi kendi elleri ile yıkacaklarını bağırarak tekrarladılar.

Kendi inancından ve içerisinde yaşadığı toplumun inancından sürekli şüphe eden,  köktendinci ve cahil bu tip insanlar Sabetay Zvi’nin evini nasıl kafalarında “putlaştırdığını” , eğer ki yıkılırsa toplumun sanki daha dindar olacağı hezeyanı içerisinde olduklarına birebir şahit olduk.

Bu insanların düşünce yapısını anlamak çok kolay değil. Muhtemelen, camilerde ya da kendi çevrelerinde ehil olmayan kişilerce verilen Kuran eğitimi sonucu “Yahudi düşmanlığı” aşılanmış olabilir. Oturduğu mahallenin bir zamanların  “Yahudi mahallesi” olarak anılmasından bile utanıyor ve hatta nefret duygusu taşıyor olması da çok muhtemeldir. Sadece Sabetay Zvi’nin evini değil, Havra Sokağındaki sinagogları da  ayakta görmek istemeyeceğini de kolaylıkla tahmin edebiliriz.

Ne acıdır ki, İzmir’imizde geçmiş yüzyıllarda yaşamış sayısız insan topluluklarının, kültürel zenginliğinin ve tarihi mirasın  ayırdında bile olmayan bir toplumun içerisinde yaşıyoruz.  Bizler belki biliyoruz ama , ya bizim dışımızdakiler!  Tüm dünya Yahudiliğini derinden etkileyen Rav Palaçi gibi, Rav Eskapa gibi nice din bilginleri buradan yetişmemiş mi? Onların ve öğrencilerinin yazdıkları kitaplar ve öğretileri şimdilerde bile başvuru kaynağı olarak gösterilmiyor mu?

Sabetay Zvi, engin Yahudi Kabalistik din bilgisi ile toplumumuzu derinden etkilemiştir. Bugün bile – tam üç yüzyıl sonra - onun öğretilerine sadık müminleri mevcut.

Buna karşın öğretisinin ne olduğunu dahi bilmeyen, gizli tarikatların  komplo teorileri ile düşmanlık, kin ve nefret kusan bazı yazar çizerler , Türkiye’nin yönetiminde her zaman bu insanların olduğunu iddia ederek , herkesin herkesten şüphe eder duruma düşürme gayreti içerisinde olmuşlardır. “Beyaz Türkler”, “ Efendi” ve benzeri kitapların çok satması toplum olarak komplo teorilerine ne kadar yatkın olduğumuzun tam bir göstergesi.