Friday, 14 May 2010

TRADUTTORI

Elif Şafak'in son günlerde popüler olan “AŞK” adlı roman konusunda pek çok eleştiri yazısı çıktı basın dünyasında. Dil ve tercüme konusunda bazı pürüzler olduğuna aynen katılıyorum. Bazı kelimeleri ben de yadırgadım. Bir katili de Elif Şafak konuşuyor , sarhoşu da , fahişeyi de …Tabi bu olası değil. Kitabın aslı İngilizce yazıldığı için tercümanında bu konuda bir sorumluluğu var.

"Traduttori Traditori" diye bir tabir vardır ya "çevirmenler haindir" diye... Bana onu hatırtattı..Ne yaparsanız yapın bir kitabın ana dilindeki tadı vermek pek mümkün olamayabilir.Nadiren de olsa bir kitabın tercümesi aslından daha da güzel olabilir.

Ama bu kitap , bana Mevlana'yı daha yakından tanıttığı ve sevdirdiği, Şems'i Tebrizi’yi de tanıttığı için çok memnunum. Arakasından Bab'ı Esrar'ı da okuyunca pekişti. Mesnevi'yi direkt okuyabilir miyim bilmiyorum ?Ama bu kitaba mutlaka bir göz atmak istiyorum...

Kutsal kitapları bir "çevirmen-tercüman" aracılığı ile okumak beni endişelendiriyor. Çünkü asıl amacımız neticede kitabın zahiri kelime anlamının ötesinde gerçek anlamına yaklaşmak. "Traduttori Traditori" problemi var yani...

“Aşk” romanında Elif Şafak bu konuyu çok güzel sokuşturmuş.Tabi anlayana….

Nisa Suresinin bir ayeti ve iki ayrı “meal…

Erkekler, kadınlar üzerinde hakim dururlar , çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar.Bunun için iyi kadınlar , itaatkardırlar.”

diğeri…

“Erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar, şundan ki Allah insanların bazılarını üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar.”

Yukarıdaki ayni ayet ama ikisi arasında önemli fark var. Yani “traduttori tarditori” meselesi…

Bugün Stephen Hawking'in bir otobiyografisini bitirdim. Hawking 'i size hatırlatmak için bir iki kelime söyleyeyim ; kendisi fizikçi ve gökbilimci ... Enstein'in "görelilik" kanunu ile Planck'ın "kuantum" mekaniğini birleştirmiş denklemleri ile tanınan bir bilgin..

1981'li yılında Papa II. Jean Paul (Ağca suikast girişimine maruz kalan) Hawkins'i Vatikan'da başka fizikçilerle birlikte "Büyük patlamadan sonra evrenin evrimi" konusunu tartışmak üzere davet ediyor..."Sınırsızlık" kavramı ile bir yaratıcıya gerek olmayabileceğini daha önce dile getirmiş bir bilgini Vatikan'a davet etmenin ne kadar cesurca olduğunu varın siz tahmin edin.

Toplantının ardından verilen resepsiyonda Papa koltuğunda otururken davetliler teker teker önünden geçip Papa'yı eğilerek selamlayor ; ardından da bir kaç kelime konuşup diğer tarafa geçiyorlardı.

Sıra Hawking'e gelince herkes nefesini tuttu... Hawkins tekerlekli bir sandalyeye mahkum bir engelli ... Papa'nın tam karşısına geldiğinde Papa sandalyesinden kalkıyor. Hawkins ile yüz yüze yakınlaşmak için yanına geliyor ve diz çöküyor. Aralarında beklenenden çok daha uzun süren bir konuşma geçiyor ve sonra Papa ayağa kalkıyor.. Eliyle tozlanan dizlerini silkeliyor ve sandalyesine otururken Hawkins'de tekerlekli sandalyesi ile platformun diğer ucuna geçiyor.

Bu Vatikan ki 17. yüzyılda Galileo'yu dünya güneşin etrafında dönüyor dediği için mahkum etti. Giordano Bruno'yu diri diri yakmıştı....

Yine Hawking , “ateist” olduğu bilindiği halde 1990'ların başında - bir din devleti olan İsrail parlamentosunda konuşması üzere davet edildi ve orada konferans verdi.

Bu köprünün altından çok sular akmış...Din adamları bile güncel bilimle ters düşmemek için öğrenme çabası içerisindeler.

26.09.2009

KAN SIZINTISI

İnsanlar hayatta başlarına gelenlerden ders alırlar ve ayni olay tekrarlandığında tekrar hataya düşmezler. İşte buna “tecrübe” diyoruz bir anlamda. Bir yan-dan da “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür yani insan hafızası unutmadan dolayı sakattır. Tecrübe-lerimizin bir kısmını da zaman içerisinde unutuyoruz ne yazık ki… İyi mi , kötü mü belki tartışılabilir.Hayatta ister istemez birçok acılarla karşılaşıyoruz. Annemizi babamızı kaybediyoruz… Eşimizi kaybediyoruz…Hatta daha da kötü şeyler de olmu-yor değil hayatta.

Islak yolda arabanız kaydı… Bir dahaki sefere yağmurlu havada daha dikkatli gidersiniz. Terli terli soğuk su içtiniz boğazınız ağrımaya başladı. Artık bir daha sefere suyu daha ılık talep edersiniz.

Hani derler ya “bir tecrübe bin nasihat” , o manada.

Fakat size anlatmak istediğim bu değil. Bazı olayları fark etmemiz için zaman gerekir. Ve de fark ettiğimiz zaman da iş işten geçmiştir ne yazık ki!

Yani bazı olaylar zaman içerisine uzunca bir şekilde yayılır. Her ay sadece bir saç telinizin beyazlandığını düşünün , hiç değişmediğinizi zannettiğiniz halde 20-30 senede siyah saç kalmaz kafamızda..

Düşünün çok büyük iş hacmi olan bir şirket her sene çok küçük bir zararla defterlerini kapatıyor .Oysa yapılan devasa iş hacmi ve bir çok insana iş sağlıyor olmasından bu yapılan küçük zarar göz ardı edilebilir. Ama 20-30 sene sonra bu tip şirketlerin acze düştüğünü ne yazık ki görüyoruz.

Maalesef insanların en zayıf taraflarından bir tanesi de bu çok uzun zamana yayılan olayları izleyememesi , hani ıslak yolda arabanızın kaymasından edindiğiniz çabuk tecrübeyi hiç edinememesidir.

1900 yıllarında İzmir’de muhtelif kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre 25000 kişi var. O zaman İzmir’in nüfusu 80000 kişi olduğuna göre % 30’luk bir orana sahip idik o zamanlar. Şimdi İzmir 3,5 milyon olduğuna normal şartlarda 1milyon Yahudi olmamız gerekmez miydi?

Her sene kaybettiğimiz belki birkaç aileyi hiç önemsemedik. Kendi kararları olduğunu düşündük. Ama zaman içerisinde bizleri “azınlık” statüsünden bile aşağıya düşürdü.Bu gibi sosyal istatistiklerin çok hassas bir şekilde incelenmesi gerekiyor.Eğer nüfusumuz %1 bile azalmışsa rakamın küçüklüğüne aldanmamalı , nedenlerine odaklanmalı ve gerekli tedbirleri almalıyız. Bugün düştüğümüz hazin durum bu çok uzun süren incecik “kan sızıntısının” sonucu değil mi?

Nerede yıllarca gittiğim Bene Berit İlk Okulu , nerede çocuklarımın okuduğu Talmud Tora Orta Okulu , nerede Bahri Baba’daki Yahudi Mezarlığı, nerede Karataş’taki “el kortijo” yaşayan fakirlerimiz, nerede her cuma çarşıda gezinen dilencilerimiz. Nerede tavukçumuz ?Nerede bahçıvanımız?

Avram Aji

11.05.2009

GELENEKLER SİNSİLESİ

Pesah bayramını eşimle İsrael’de geçirdik. Büyük bir aile toplantısı -piknik şeklinde- düzenlenmiş idi ona katıldık.

Yolda hep düşündüm bayram nedir diye.

Pesah’ın tabiî ki bir tarihsel ve daha derininde din-sel bir boyutu var. Kölelikten kurtuluşun günümüz versiyonunda bir “hürriyet ve demokrasi” savaşı olarak tartışılması mümkün.

Ancak ne yazık ki “bayram”lar son yıllarda artık sanki bir “tatil” formatına girdi. Aylar öncesinden gazetelerde çarşaf çarşaf yurtiçi ve yurtdışı seyahat ilanları başlıyor.Ama bana göre başka bir şey “bayram” dediğimiz.

Hele Türkiye’de iseniz. Öncelikle hangi tarihe denk geldiğini araştırmanız gerekli. Normal takvimlerde göremeye imkan yok. Haftalar öncesinden temizlik başlardı eskilerde. Kadınlar kendi aralarında “echoz de pesah” derlerdi… Pesah işleri…Şimdi yapıldığını pek sanmıyorum. Halıların kaldırılması perdelerin yıkanması hep Pesah’a denk getirilirdi.

Sonra “Seder”in hangi evde kutlanacağının kararlaştırılması lazım. Kim hangi yemekleri yapacak? Annem hep üç çeşit “fritada”nın şart olduğunu söyler. Kabak,pırasa ve domates. İsrael’deki kuzenim ayrıca bir patlıcan fritadası da yapmış. Ayrıca fongos ve minas olmazsa olmazlar-dan.

Ayrıca giyilecek kıyafetler önceden bir gözden geçirilir. Gömlekler kolalanır, ayakkabılar boyanır. Elbiseler temizleyiciye gönderilir.Herkes pırıl pırıl olmaya özen gösterirdi.

Matza’nın meşum bakkalara dağıtımı ile hemen telaş başlar. Bitmeden tedarik etmek için tabi.Bittiği seneler çocuklar da bizde aç kalmıştık..

Bu yılki Seder masasında Ashkenaz bir aile de bi-zimle beraber olduğundan “Agada” zaman zaman Türk makamları ile zaman zaman farklı makamlar-da okundu. Tepsi kafalarımızın üzerinde geçirildi.

Tabi sonunda da ziyafete geçildi.Yemek sonunda

hızla “Shulhan Oreh” yemek sonu duaları tamamlanarak şarkılara geçildi. Önce “El Kavretio” hem İspanyolca hem de İbranice söylenmesi ayrı bir renk kattı. Tabi bir de “En Sabiense Y Entendiense”.

Bayram ziyaretleri de başka bir geleneğimizdi. Aslında hergün biribirini gören kardeşler bile bayramda yine biribirlerinin evine ziyaret ederlerdi.

Bu koca bir gelenekler sinsilesi…Kaybolmaması gereken bir zenginlik değil mi?

Avram Aji

21.04.2009

DİKKAT VİZYONDAYIZ

Neden Yahudiler 2000 yıl dünyanın dört bir yanına dağılmış bir şekilde yaşayıp bir ulus devlet kuramadılar?Ayrıca o zamanki ilkel şartlarda Ortadoğu’dan ,Rusya’nın içlerine kadar ,İber yarımadasına kadar ,hatta Hindistan’a kadar at ve deve sırtında bu kadar uzak diyarlara nasıl göç ettikleri merak konusudur.

Bazı kaynaklar Avrupa’da bazı kavimlerin toplu halde Yahudi dinini seçtiği yazılıdır. 13. kabile söylenceleri , ve Kürt Yahudileri belki bunlara birer örnek teşkil ediyor.

Hemen her zaman ikinci sınıf vatandaş olarak görülen Yahudiler bu kadar aşağılanmış olmalarına , oradan oraya sürülmelerine (pogromlar), dinlerini değiştirmeleri hususunda ağır ve hayati baskı görmelerine (İspanya’daki engizisyondan kurtulmak isteyen Konversolar gibi, Osmanlı’ daki Sabatayistler gibi) mal ve mülklerinin müsaaderesine maruz kalmış olmasına, kanuni haklarından yoksun (Dreyfuss olayı) bırakılmasına ,hakkaniyetsiz olmayan ve eşit olmayan vergilerin salınmasına ( Varlık Vergisi) rağmen neden kendilerine devlet kurma yönünde yüzyıllar boyunca çözüm bulamamışlardır?

Nedense hep başkalarını “hoşgörü”süne sığınmı-şız. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerce işgal edilen Danimarka'da, Naziler, Yahudileri kolay-lıkla ayırt edebilmek için arkasında altı uçlu sarı yıldız bulunan giysiler giymeye mecbur etti. Danimarka halkı, Yahudilere karşı çıkarılan bu yasayı kabullenmedi. Aralarında kralın da bulunduğu hemen herkes, sırtı sarı yıldızlı giysilerle çıktı sokağa. Danimarka halkının bu tavrı, Yahudilerin tanınmasını da imkansız-laştırdı.

Aslında “imparatorluk” diye tabir edilen yönetim sistemi – ama hangisi olursa olsun- ister Osmanlı , ister İngiliz , ister Fransız ;daha eskilerde Roma hepsi işgal ettikleri topraklarda yaşayan halkların etnik kimliklerine ve dinlerine genelde karışma-mışardır. 19. Yüzyılda iflas eden “imparatorluk” yönetim sistemi çökerek günümüzde 190’a ulaşan ulus devletçiklere dönüşmüştür.

Bu kadar ağır şartlara katlanmayı ve başkalarının tahakkümü altında yaşamayı seçmiş olan biz Yahudilerin kültürel geleneklerinde bir takım eksiklikleri var mıydı?

Yüzyıllardır övünç kaynağı olarak gördüğümüz Maimonides gibi Spinoza gibi ismini sayamacağım birçok ünlü filozof yetiştirmiş olmamıza rağmen.Ancak 19 asır sonlarına doğru nihayet bir İsrail Devletini kurma fikri oluştu. Fikir babası ise Theodore Herzl …

İkinci dünya savaşı esnasındaki inanılmaz soykırım mutlaka bu develt oluşumunu hızlandırmıştır. Ancak bu tarihten çok önceleri bile şimdiki orta doğu bölgesine göç başlamış idi.

Neden İsrail’deki her şey dünyanın çok ilgisini çekiyor bu da bir merak konusudur.Her haber ajansında İsrail ile ilgili mutlaka bir madde vardır.

Geçen haftalarda Türkiye’de organize turlarla bazı güzel eski kiliseleri gezme imkanım oldu. Tur rehberleri İncil’lerin ve de kilisedeki birçok semboller, freskler , mozaikler , yazılar Tevrat’tan ve Yahudi’lerden geçmiş.

Örneğin genelde kilisenin en önünde ve de en üstte bir yazı gözümüzde çarpıyor. “IN RI” . Anlamı “Nasıralı İsa Yahudilerin kralı”. İncil’de adı geçen her yer ve de İsa’nın gömüldüğü yerler bugünün İsrail sınırları içerisinde kalıyor. Mistik olduğu düşünülen Kudüs’ü , Hebron’u ,Bethlehem’i ve daha birçok yeri günlük ibadetlerinde sürekli zikrediyorlar. Hatta uzak ülkelerdeki bazı insanlar bu yerleri İsrail kuruluncaya kadar Cennette zannediyor-lardı.

Ay’a ilk ayak basan ünlü astronot Neil Armstrong “Yeruşalayim’de dolaşmak Ay’ın yüzeyinde dolaşmaktan daha heycan verici” demiştir.

İsrail toprakları tüm Hıristiyan topluluklarının dikkatini çekiyor. Ve ister istemez o bölgedeki her hareket yakından izleniyor.Bağlantılı olarakta biz Yahudiler nerede olursak olalım hem İsrail ile özdeşleştiriliyoruz hem de etkileniyoruz. Sürekli “vizyondayız”….

31.03.2010

YAHUDİ OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİGİ

Kitapçıları dolaşırken “popüler kitaplar” ya da “çok satanlar” raflarında hep ayni meş’um konuları içeren kitapları mutlaka görürsünüz.. Genelde “Siyonizm”, “İsrail/ABD”, “Mosad/CIA”, “Masonluk” , “Sabetaycılar”, “Gizli Tarikatlar” hemen ilk sıraları alır.

Aslında çoğu sansasyon yaratarak çok satış yapmak için yazılmışlardır. Sanki hiç bilinmeyen, çok gizli bir sırrı açıklayacakmış gibi gözükürler. Ama çoğunun içeriği boş ve “asparagas” olmaktan öteye gitmez.

Tabi bizi burada en çok ilgilendiren Yahudilikle il-gili olan –hatta bazıları bilinçli bir karalama amacı güden ve antisemitizm içerikli- kitaplar Bu bütün dünyada böyle midir, bilemiyorum ? Ama Türki-ye’de maalesef böyle.

Geçenlerde bir gazetede “Hitler neden Yahudi düşmanı idi?” diye bir makale çıktı. Tabi internette de birçok yorumcu fikirlerini beyan ettiler. Kimi “altı milyon Yahudi’nin öldürülmesi bir safsatadır” dedi , kimi “İsrail devletinin kurulması için önceden düzenlenmiş bir senaryonun parçasıdır” dedi, kimi “Yahudiler de şimdi Filistinlilere ayni şeyi yapıyorlar” dedi. Ama arada altı milyon can gitmiş aldıran yok, nedense herkes Hitler’in savunma avukatlığına soyunmuş gibiydi.

En çok yazılan, çizilen antisemitik klişeleşmiş sözlerden birisi de “dünya finans idaresi Yahudi-lerin elindedir” söylemidir.Ve de hatta daha da ileri götürenler Türkiye’nin finans idaresini bile biz Yahudilerin elinde olduğunu söylerler.Biz neymişiz de haberimiz yok!

Dünya nüfusunun şimdilerde % 0,2’sini teşkil eden biz Yahudilerin neden tüm şimşekleri üzerimize çektiğimiz ve de “günah keçisi” haline getirildiğimiz ayrı bir merak konusudur.

Günümüz İsrail’inden önceki en son Yahudi dev-leti yaklaşık 2000 sene önce tarihe karıştı .O tarihten bu yana dünyada oluşa gelen antisemitizm ne yazık ki yok edilemedi.

İspanya engizisyonu , Rusya’daki pogromları , Almanya’daki Nazi hareketleri hemen aklımıza gelen tarihteki biz Yahudileri Hıristiyanlaştırma veya kökünden yok etme çabaları değil midir?

Geçenlerde yelken kursuna müracaat etmek için bir kulüp yöneticisi ile görüşmeye gittim. Artık nereden anladıysa “muhacirlik nereden sizin” demez mi? Tepem attı.. Muhacir değil Yahudiyiz dedim. Adam az da olsa utandı. “Yahudi” kelimesini telafuz bile edemeden kendisinin de Namazgah’ta Musevi”lerle beraber büyüdüğünü söyledikten sonra , birçok Musevi tanıdığı olduğunu ispatlamak için, tanıdığı tüm İzmir’li judyoların adlarını ve şecerelerini döktü saydı…Nerdeyse akraba çıkacaktık.

Yine bir ay kadar önce oğlum ile bir kredi sözleşmesi imzalamak üzere günümüzün büyük geçinen bankalardan birine gittik. Belki de beni 25 senedir tanıyan bir yetkili imzamızı alırken utana sıkıla “lütfen Türkçe biliyorum.. Sözleşmeyi okudum ve anladım yazar mısınız ? Maalesef bizden bunu istiyorlar… “Rezalet bu” dedim .”Bizler de sizin gibi Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanı taşıyoruz”.Ama yapacak bir şey yok.Yazıyı yazdık, imzamızı da altına attık!

Bu konuları aslında hafife mi alıyoruz? Eminim hepimizin başından hem bizi yabancılaştıran, hem de ayırımcı tutum takınıldığı, muhtelif vakalara tanık olduğumuz kesin.Bu konuda nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini bilmiyoruz.Türkiye’deki antisemitizm ile mücadele konusunda bir planımız programımız var mıdır? Varsa bile ben bundan haberdar değilim. Kimse bana, Avram sen de bu konuda şunları yapacaksın, demedi şimdiye kadar.Devletin biz, azınlıkları ayırımcılıktan kur-tarma ve kültür mirasımızı koruma gibi misyonu yok.

Son ayların çok satanlar listesindeki Sandy Tolan’nın “Limon Ağacı” kitabı, masum bir çehre takınarak Yahudileri İsrail’de bir işgalci gibi göstermiyor mu ?

Geçen sene yayınlanan Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı Sayın Bensiyon Pinto’nun otobiyografisini ibretle okudum*. Kitabın yazım şekli her ne kadar profesyonel değilse bile, her Türk Yahudisinin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Hayatı bir meydan okuma ve korkunç bir mücadele ile geçmiş.

Kitapçıların “Çok satanlar” bölümünde biz Yahudi-leri daha iyi anlatan mutlaka bir iki kitabımızın sürekli raflarda olması gerektiğini düşünüyorum. Şahane yazarlarımız var,araştırmacılarımız var, üni-versitelerin eğitim kadrolarında süper uzmanları-mız var. Sadece Türkiye’de yaşayanlardan bahset-miyorum, yurtdışında da bulunan Orta-doğu uzmanlarımız sosyologlarımız da var. Ismarlama roman, deneme , araştırma olur mu demeyin. Olur ,hem de çok çok iyi olur. Dini öğeleri çok ön plana çıkarmayan ama mevcut toplum içerisindeki “yalan yanlış” önyargıları ve safsataları bilimsel bir disiplin altında ve ama edebi yanı da güzel olmak kaydıyla ,üzerinde yaşadığımız toprağın insanlarına kendimizi anlatmamız lazım.En hızlı yapabileceğimiz yabancı yazarların bizim hakkımızda olumlu imaj yaratacak güzel kitaplarını tercüme ettirmek olmalı.

Bir Christian Jacq adlı “ejiptolog” yazarın 3-5 kitabı ile Mısır , turizmini ikiye üçe katlatmadı mı?

İsimlerini vermeme bile gerek duymadığım ama bildiğinizden emin olduğum birkaç ulusal televizyon kanalı , sanki geliri antisemitizmden kayanak-lanıyormuşçasına sabahtan akşama Yahudi aleyhtarı programlar yapıp duruyor. Daha bugün İsrail’den ithal edilen meyve sebze tohumlarının doğayı nasıl tahrip ettiği konusu “kendi seçtikleri uzman”larca anlatıldı durdu. Bir denetleme söz konusu olma-dığından, o söylenenler bazı cahil kesim tarafından doğru kabul edilecek.

Geçmişte öyle yöneticilerimiz vardı ki her musibeti antisemitizme dönüştürme konusunda inanılmaz yetenekliydiler. Bir iki sene önce Türkiye’de görü-len keneye bağlı Kırım Kongo Kanamalı hastalığı için, Kapadokya’da dağcılık yapan İsrail’li bir gu-rup kadın suçlanmıştı.Komik ama gerçek . Çamur at izi kalsın , politikası …

Örnekler çok ,onların sicili bozuk , bizim de dilimiz yanık, ama mücadele programımız yok –veya var ise de zayıf ve yetersiz.

Avram Aji

*ANLATMASAM OLMAZDI – Gözlem Kitabevi

Bensiyon Pinto, derleyen Tülay Gürler