Tuesday, 31 March 2009

KOMŞUDA PİŞER

KOMŞUDA PİŞER BİZE DE DÜŞER

KOMŞUNUN TAVUĞU KOMŞUYA KAZ GÖRÜNÜR

GÜLME KOMŞUNA GELİR BAŞINA

KOMŞU KOMŞUNUN KÜLÜNE MUHTAÇTIR

Bu atasözleri ,yakın ilişkide olduğumuz insanlar için söylenmiş... Yani komşularımız! Hemen her gün ya kapıda , ya asansörde , ya mahalle bakkalında karşılaştığımız insanlar bunlar..

Bazen “hafif bir gülümseme” ile karşılaşırız ,bazen de sıcak bir hal hatır sorma” ile…

Aslında duvarları kaldırsanız birkaç metre yakınımızdalar hemen hepsi. Hıçkırsanız , hapşırsanız bile sesi duyulur çoğu kez duvarların arkasından… Gece yarısı bir bebek ağlaması , bazen yüksek bir müziğin sesi, bazen de televizyon gürültüsü rahatsız eder mi sizleri?

Ama ,biz şehirde oturanlar köylerdeki , biri birlerinden uzak evlerdeki “ölüm sessizliğini pek tanımayız… Kilometreler ötesinden bir köpek havlaması , kuşların kulak yırtan çığlıkları o sessizlikte sizi nasıl da ürpertir , bilir misiniz? Rüzgarın uğultusu sanki bir fırtına gibi yüreğinize işler… Dışarıdaki bir sinek vızıldamasını bile duyar , rahatsız olursunuz. Rahatsızlansanız ,başınıza bir şey gelse , bağırsanız çağırsanız sesinizi duyuracağınız kimse yoktur yakınlarda…

Şehrin gürültüsünden bıkmış olanlarımız için bu “tam” sessizlik ilk birkaç saat çok “huzur” verir, dinlendirir insanı… Ama sadece kısa bir süre(!). Sonra yalnız hissetmeğe başlarsınız kendinizi ;evde yalnız olamasanız bile . Alışkın olmayanlar içlerine kapanır, seyretmediği halde televizyonu açık bırakırlar, radyo bas bas bağırır. Tüm bunlar yalnızlıklarını hissetmemek için.

Apartmanlarımız bizler için sadece birer barınak değillerdir aslında… Komşularımız sayesinde yalnızlıktan da kurtulduğumuz bir yer.Orası kendimizi hem özel hissedebileceğimiz bir yer ama ,yanı başımızda birlerinin olduğunu bilmenin huzurunu da duyduğumuz bir ortam …

Ne yazık ki eskidendi sıkı komşuluk ilişkileri. Hemen her gün çat kapı saatler süren muhabbet. Bir fincan kahve , bir demet maydanoz , 2 yumurta eskiden çekinmeden istediğimiz şeylerdi komşularımızdan .

Hemen her hafta filanca daireden “aşure” , başka bir daireden “pişi” gelir giderdi çocuklarla. Tabakları boş göndermekse çok ayıp karşılanırdı. Mutlaka evin hanımı mutfaktaki bir maharetini gösterirdi…

Apartmana ilk taşındığımızda bir komşumuz bazı Pazar sabahları “pijamalarımızla” olmak kaydıyla “pişi” partisine davet ederlerdi. Çocuklarımız bu garip ziyaretlere bayılırlardı…

Duvarda bir delik mi açılacak hemen filanca daireden matkap alınır, kaloriferin suyu mu tamamlanacak , filanca dairedeki beyin zili çalınır, misafir için yemek mi hazırlanacak filanca kattaki hanımdan yemek reçeteleri istemeler ,sandalye masa çatal bıçak temini, buzdolabı mı bozuldu haydi yemekleri komşuya taşımalar ,tüp mü bitti haydi yemeği komşunun fırınına göndermeler…

Falan filan… Ben komşularımı da komşuluğu da seviyorum , özlüyorum galiba.

Avram AJI

30.04.2007

İMZALI KİTAP

İMZALI KITAP

Geçenlerde annemleri ziyaret ederken bir imza günü dolayısıyla kitapçıya uğrayacağımı söylediğimde alaycı bir eda ile “kitap imzalı olursa ne oluyor sanki ” diye sordu.

 O an donup kaldım. Bir cevap veremedim.

 Gerçekten neden kitaplar yazarlarına imzalatılır?Benim kütüphanemde bulunan 10-15 imzalı kitap benim için neden bu kadar değerli gözümde?  Bu konuda biraz kafa yorunca birçok sebebi olduğunu buldum.

Mina Urgan ,bir kitabında kitapları insanların yaşayan hafızaları, hatta beyinleri olarak tanımlamıştı. Tüm düşüncelerimi kağıda aktardığım zaman beynimi aktarmış olmuyor muyum diye yazmıştı.

O kadar güzel bir şey ki düşünceleri önce kağıda dökmek sonra onları diğer insanlarla paylaşmak.

Mina Urgan su anda artık hayatta değil ama onun fikirlerine ve düşüncelerine her an ulaşmanız mümkün. Nasıl mı? Kitaplarını okuyarak tabi.Demek ki beyni hala yaşamağa devam ediyor.. İşte ölümsüzlük bu olmalı..

Bugüne kadar basılmış yazılmış milyonlarca eser sahiplerinin beyinlerini canlı tutuyor gibi..

Hızlı okumak için mücadele vermedim hiç.. Şöyle beğendiğim bir kitabı sindire sindire, beğendiğim yerlerin altını çizerek, bilmediğim kelimeleri sözlükten bakarak, hatta kenara fikirlerimi ara sıra not düşerek okumağa bayılıyorum.

Ama yine de bakarım saate kaç yapıyorum diye .Türkçe roman , anı , tarih gibi kitaplarda 40 sayfa kadar olabiliyor çoğu zaman. Yabancı dilde çok daha yavaş tabi. En azından sözlük faslı daha uzun sürüyor.

Bu hesapla 350 sayfalık bir kitabı okumak en az dokuz saatinizi  alır.

Ya yazması…..

Bilgi edinmeden , kurguyu kurmağa kadar çok çok uzun yılların emeği gerekiyor.

Şu bir sayfalık basit yazı için hemen hemen bir saat harcıyorum. Hem de öyle uzun uzadıya araştırma, soruşturma gerekmediği halde.

Dokuz on saatte okuduğunuz bir kitap dokuz yüz ,dokuz bin saat emeği hatta belki çok daha fazla bir emeği temsil ediyor.

İşte bu devasa emek yüzünden kitapların gözümüzde değeri çok. Hele fikirlerini beğendiğimiz , bize bir şeyler katan kitapların yazarları gözümüzde erişilmesi , konuşulması imkansız ustalar.

Onların, kitaplarını imzalatırken söyleyeceği bir iki sıcak söz, bir dikkatli bakış, bir gülümseme ,sizin paylaşacağınız  bir anınız, size yaptığı katkının kısacık tartışmanın tadına doyum olamaz.

İşten oradadır imzalı kitabın sihri , eşsizliği , kıymeti, dokunulmazlığı…

“Sevgili Avram’a sevgi ve saygılarımla” yazısını kitabı her açışınızda görmek, o güzel karşılaşma gününüze götürür sizi. İçiniz bir mutluluk bir huzurla dolar.

Seviyorum bu imza günlerini… Ya siz?

Avram Aji

16.01.2007  

ELÇİYE ZEVAL OLMAZ

ELÇİYE ZEVAL OLMAZ Don’t shoot the messanger !

Dost acı söyler ! Tabi eğer gerçek bir dost ise… Çoğu zaman karşımızdakinin kırılmasını üzülmesini istemeyiz. Onun için de ufak tefek hata ve kusurlarını görmemezlikten de geliriz. İyi mi yaparız bilemiyorum. Ancak insanın kendisini düzeltebilmesi için bir feed-back (geri besleme) sistemine ihtiyacı vardır.

Eğer aynaya bakmazsak isek saçlarımızı güzel bir şekilde tarayamayacağımız , kravatımızı güzel bağlayamayacağımız gibi… Bir lisan öğreniyorsak telaffuzumuzu mutlaka bunu iyi bilen birinden düzelttirmemiz gerekir.

Fakat nedense arkadaşlarımızın veya dostlarımızın kusurlarını bir ölçüde hoşgörü ile karşılamayı öğretirler bize. Fakat onların kendilerini düzeltmeleri için ayna “olmamayı” yeğleriz.

Nedeni ise gayet basit. Eğer hata ve kusurlarını onlara ilettiğimizde bundan hoşlanmayacakları ve hatta bizi tersleyeceklerini bile düşünürüz.

Daha da kötüsü böyle bir davranışı karşımızdakinden de bekleriz. Buna biraz “kibarlık” diyoruz. Ama bir ölçüde gerçekçi bir davranış değil.

Bir anne veya babaya belki biraz toleransımız daha fazla ama başkalarına nedense çok az. Yanız bu davranış bozukluğu bize hayatta kendimizi düzeltmemiz için gerekli bilgi akışını kesmekte.Ve tabi karşımızdakine de.

Bu problemlerden kurtulmanın bir yolu olması lazım . Birinci şart biraz daha “dobra” olmak için kendimizi zorlamak. Karşımızdakine her zaman şirin görünmek aslında iletişimin en kolayı yolu.Ama gerçek dışı , sahte bir tavır tarzı ne bizi ne de karşımızdaki ile olan ilişkiyi çok sağlıklı götürmesi mümkün değil.

İnsanlar nedense iltifatlardan çok hoşlanırlar. Bilhassa kadınlara her karşılaştıklarında “kilo mu verdin ?” ya da “saçını mı kestirdin?” lafı yerli yersiz çok kullanılır. Daha kötüsü de bunu işitenlerin bir çoğunun buna bayıldığıdır…

Gerçekçi iltifatlar müstesna…

Ancak bu iltifatların ne yazık ki bizim kendimizi düzeltebilmemiz için faydası yok gibidir.

Ayakkabısı sürekli boyasız olan bir arkadaşımızı görmezlikten gelmek mi daha iyidir yada uyarmak mı? Kravatı bozuk, ceketi lekeli , makyajı akmış , ağzı kokan , alkol müptelası ve daha nice küçük veya büyük kusurlarımızdan dolayı karşımızdaki bizi uyarmaz ise düzeltmemiz çoğu zaman zordur. Bazılarını zaten göremeyiz, bazılarına da boş veririz. Bu da bizi olmak istediğimiz noktadan geride tutar.

Günümüz insanı karşısındakini uyarma konusunda biraz da fazla temkinli ve hatta çekingen.

Bunu gerçekten hareketle yapmamız gereken sürekli güvendiğimiz insanlara bu konuda sorular sormak.

Ceketim, kravatım iyi gözüküyor mu ? Makyajım güzel mi? Bunlar belki biraz ihmal bile edilebilecek kusurlar olabilir ancak konu bu kadar yüzeysel algılanmamalı.

İş hayatında bilhassa astların üstleri mutlaka yaptıkları iş hakkında düşüncelerini sürekli sormalı. En küçük bir uyarı veya tavsiye bize sadece bir armağan olarak kabul edilmeli.

Eşler arasında bu gibi sorgulamalar ne yazık ki zaman içerisinde kesiliyor. Böyle geldi böyle gider düşüncesi içerisinde ilişkilerin düzeltilmesi ve hatta daha güzel bir seviyeye yükseltilebilmesinin önü kesilmiş olur.

Zaman zaman eşinize şu soruyu sormakta fayda var. İlişkimizin daha iyi olması için nasıl davranmamı veya neleri yapmamı , neleri yapmamamı isterdin.

Şu cevaplar bizler için kırıcı olmamalı , ve kesinlikle darılmamalıyız.

Sabah çocukların kahvaltısını hazırlamama yardım etmeni isterdim”

Kirli çamaşırları kirli torbasına bırakmanı isterdim”

Her gece alkollü gelmemeni isterdim”

Gıda alışverişine yardım etmeni isterdim”

Akşam okuluna gitmem için destek vermeni isterdim”

bunlar hem bizleri daha bir yakınlaştıracak hem de ilişkimizin kalitesi yükselecektir. Ciddi bir şekilde belirtilmemiş bir talep havada asılı kalmağa mahkumdur.

İşinizde iş arkadaşlarınıza , patronunuza , evde eşinize çocuklarınıza, dışarıda arkadaşlarınıza , akın dost ve akrabalarınıza ilişkilerinizi sürekli sorgulattırın.

Etrafınızdaki herkes faydalancak.

Kolay değil belki ama bir alışkanlık kırılabilir.

21.03.2007

BOMBA

BOMBA BMH (bulaşıcı mutluluk hastalığı)

İnsanlar nedense kendilerini iyi hissettikleri zaman bunu karşısındakine belirtmekten çoğu zaman çekingen davranırlar.

Nedense hep içimizden bu güzel güne ,bu güzel duygulara nazar değecekmiş gibi gelir. Ya da en azından böyle genellemelerimiz, böyle önyargılarımız vardır.

Ama gerçek hiç öyle değil !

Aslında bende böyle bir ailede yetiştim. Ne zaman halimi hatırımı sorsalar “eh işte idare ediyoruz” ya da “yuvarlanıp gidiyoruz” derdim hemen herkes gibi.Eskiler “iç güveysinden hallice” derlerdi

Bir arkadaşım vardı ne zaman karşılaşsak ve de ne zaman “nasılsın?” diye sorsam “çok iyi” derdi ve ben de hayretler içerisinde kalırdım. Neden bu adama nazar değmiyor gibisinden.

Bir yazı dolaşır elden ele, hatta internette bile , bilmem okudunuz mu ? Herkes karşılaştıkları insanlara biraz daha neşeli ve iyi davransalar , yaşanan güzellikler hepimize sirayet edecek ,bence hepimizin günleri daha iyi geçecek.

Restorandan çıkarken –eğer yemekler güzelse- ne olur sanki aşçıyı övsek veya en azından garsona yemeklerden ne kadar çok memnun kaldığımızı söylesek! Ya da otoyolda para gişesinde paramızın üstünü beklerken bir “iyi günler” , “kolay gelsin” deyip karşımızdakine gülümsemek o kadar zor mu ki bizim için!

Ben de yıllar önce yeni bir karar aldım. Ne zaman hatırımı sorsalar “BOMBA GİBİYİM” diyorum. İnanın insanlar çok mutlu oluyor. Başta herkesin çok şaşırdığını itiraf etmeliyim . Hatta eşim bana kızar olmuştu. “Şaşırdın mı sen, hiç böyle söylenir mi, nazar değecek” diye üzülür ve hatta kızardı bana .Başım ya da dişim ağrısa hep “senin bu bomba gibiyim demenden oluyor” diye söylenirdi.

Ama yıllar geçtikçe hiçte öyle olmadı. Bazıları “Avram sen bomba gibiyim deyince ben de kendimin daha iyi olduğunu hissediyorum” diyenler o kadar arttı ki inanamazsınız.

“Bana o kadar moral veriyorsun ki ! Enerji yayıyorsun! Aslında her sabah önce seni arayıp güne böyle başlamam gerek! diyorlar.

Hatta bazıları artık bana nazire olsun diye bomba gibiyim cevabıma “ben de atom bombası gibiyim” diye cevap verenler de var.

Yurtdışındaki müşterilerimizden bazıları bile bu “BOMBA” kelimesini öğrendiler desem inanır mıydınız ?

Mutluluk bulaşıcı bir hastalıktır bana göre .Mutluysanız mutlaka başkalarına mümkün olduğunca hissettirin bunu. Size yansıması kat be kat olacağından şüpheniz olmasın.

01.03.2006